Bundan bir süre önce, Platon’un, felsefenin klasik baş yapıtlarından biri olan Devlet adlı eserinin birkaç bölümlük bir yazı dizisi halinde sizlerle paylaşmıştık. Bugün de sizlerle yine aynı konu üzerinde insanlığa büyük bir eser bırakmış olan İbni Haldun’un Mukaddime’sinde yer alan devletle ilgili görüşlerine yer vereceğiz.Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî veya tanınan kısa adıyla İbni Haldun, tarihin önemli isimlerinden biri olarak nitelendirilir. Küçük yaşta ilim ve fikir hayatına ilgi duyması onu başarılı bir tarihçi haline getirmiş ve birçok eser kaleme almıştır.. 1332’de Tunus’ta dünyaya gelen İbni Haldun, modern tarih yazımının, sosyolojinin ve ekonominin öncülerinden kabul ediliyor. 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olarak kabul gören Haldun, ayrıca İslam aleminde liberalizm ilkelerini kitaplarında bulunduran ilk Müslüman düşünür olarak kabul ediliyor.İbni haldun’un en önemli eseri ise Mukaddime’dir. Konunun uzmanları Mukaddime’yi şöyle tanımlıyorlar:“14.yüzyıl’da bilimsel metodoloji ile kaleme alınan Mukaddime, İbni Haldun’un teorik alt yapısı ve pratik gözlemlerini dengeli şekilde bir araya getirdiği başyapıtıdır. Devletlerin refahı ve çöküşünü; çevresel, sosyal, ekonomik, politik ve tarihsel faktörlerin bir araya geldiği dinamik bir çerçevede tahlil eder. Kurucusu olduğu ‘Umran’ ilmi ile toplum refahını esas alan arz-talep, fiyat-ücret, emek-değer, üretim-tüketim ve tüm ekonomik sistemin murakabesiniyapan devlet tanımıyla bütünsel bir model ortaya koymuştur. Devleti düzenleyici ve denetleyici rolü ile iktisadi hayatın önemli bir unsuru olarak işaret etmiş. Gelişmiş bir toplum ve istikrarlı refah için devletin üstlenmesi gereken rolleri örneklerle tarif etmiştir.Yazımızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi Mukaddime özellikle devlet konusunda çok önemli tespitlere yer verir. Mukaddime’de “refah devleti “ ve “ekonomik kalkınma” önemli bir yer tutuyor. İbni Haldun’un düşünce sisteminde asabiyet olgusu toplumların bir devlet kurmasının itici gücü olarak gösteriliyor. Burada asabiyetle neyin kast edildiğini de belirtmekte yarar var. Asabiyet, aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilebilir. İbni Haldun, devleti iktisadi hayatta karar alıcı bir mekanizma olarak görmez. Haldun’a göre, devlet, ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi için güvenli ve adaletli bir ortamın oluşturulmasını sağlamalıdır. Devlet, toplumu iç ve dış tehlikelerden korur ve otoritesini güçlü bir askeri örgütlenmeden alır. Devletin siyasi otorite olarak sağlayacağı adil, hak ve özgürlüklerin korunduğu ortam ekonomik refahın belirleyicisidir. Devletin geliştiği ve iktisadi açıdan refahın arttığı dönemde toplumda ekonomik açıdan bir rahatlık oluşur. Bu süreci devlet iyi yönetmelidir, israftan kaçınmalıdır. Aksi halde devletin zayıflaması sonrasında çöküşü ve yıkılışı kaçınılmaz olur.Ekonomik kalkınmaya da ayrı bir önem atfeden Haldun, Mukaddime’de bu konuyu özetle şöyle anlatıyor:“Ekonomik kalkınma süreci, sosyoekonomik ve kültürel tüm olguları bütünleştirerek bir refah toplumu oluşturur. Ekonomik kalkınma sürecini besleyen önemli unsurlardan bir tanesi, toplumdaki değerlerdir. Ekonomik refah artışının sağlandığı, kalkınmanın planlandığı dönemlerde toplumun ahlaki değerleri göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Ahlaki değerlerin korunarak ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi önemlidir. Bu değerler dikkate alınmazsa, sosyal yönü eksik ekonomik kalkınma planları ortaya çıkar.”Bu tespite katılmamak mümkün mü? 14 yüz yıl önceden ortaya konan bu felsefi görüş günümüz dünyasına yaşananlara ne kadar çok uyuyor değil mi? İbni Haldun, yaşadığı yüzyılın ışığında devletlerin çöküşüne neden olan gelişmeleri de beş aşamada değerlendiriyor. İlk dört aşamada kuruluşundan gelişmesine kadar olan süreç değerlendiriliyor. Son aşaması ise ibret verici. Haldun bu aşamayı israf dönemi olarak nitelendiriyor :“…Hükümdar prens, kendi özel zevkleri için, kendi yakınlarına karşı da fazladan bir savurganlıkla, atalarının biriktirdiği hazineleri harcar. Çevresini güvenilmez, salık verilmez kişilerle kuşatır, en önemli devlet işlerini bunlara emanet eder. Ama bu yeni dostlar hiç de yetenekli kişiler değillerdir, neyin kendilerine düştüğünü neyin kendi yetkilerinin dışında olduğunu bile ayırdedemezler. Üstelik hükümdar kendi kabilesinin ve öncüllerinin büyük hizmetliler katını yıkmaya bakar. Bunun üzerine bunlar da ötekiler de ondan nefret ederler ve ona karşı fesat çevirmeye başlarlar. Böylece birçok askerini kaybeder, çünkü onların maaşlarıyla kendi şatafatlı masraflarını karşılar, onların görüşme istemlerini reddeder ve onlarla ilgilenmez. Böylece, öncüllerinin yatırımlarını yok eder, onların yükselttikleri yapıyı yerle bir eder. Hanedanı yaşlanmıştır, süreğen ve devasız bir hastalığa yakalanmıştır ve sonunda yok olur…”Dünya tarihi incelendiğinde sonu hüsranla biten devletlerin geçirdiği tüm evreler bu tespitleri yaşamıştır. Bunun en son örneğini bizlerde Osmanlı Devletinin çöküşünde bire bir aynen yaşadık. Bizlere ne mutlu ki, Osmanlının küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurma şansını elde edebildik. Kuranlardan ve yaşatanlardan Allah bin kere razı olsun.
Recent Comments
Görüntülenecek bir yorum yok.