Kişisel olarak senelerdir çok hassas yaklaştığım bir mevzu üzerine biraz karalamak istiyorum bugün. Türkiye’deki Suriyeli mülteciler…
Belki en baştan ifade etmem gerekir; ben mültecilik meselesine insani bir perspektiften, dünya üzerindeki tüm insanların bir mülteci adayı olduğu saikiyle yaklaşıyorum. Dolayısıyla yazım; mültecilerden, mültecilik, göçmenlik statülerinin bağlamı ve/ya normundan öte, bu süreçler üzerinden oyun kuran resmi otoriteleri ve siyaset biçimini gündemine alıyor.
Suriye’de 61 yıllık Baas Rejimi’nin 70’li yılların başında Hafız Esad’la başlayan baskıcı hükümranlığı, halefi olan oğlu Beşar Esad’ın 13 yıl süren iç savaş neticesinde muhalif gruplar öncülüğünde devrilmesiyle sona erdi. Suriye’nin geleceği adına çok büyük bir değişim ve dönüşüme işaret eden bu gelişme, Avrupa kamuoyunda, özellikle rekor düzeyde Suriyeli mülteciye senelerdir ev sahipliği yapan Türkiye’nin bundan sonraki mülteci politikasını nasıl dizayn edeceğine dair kaygı ve merak uyandırdı. Bunu Esad’ın devrilmesinin hemen ardından soluğu Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde alan Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in bu haftaki Türkiye ziyareti ve tartışma yaratan malum 1 milyar Euro’luk yeni anlaşma vaadinden anlıyoruz.
Türkiye (BM Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre) sınırları içinde barındırdığı mülteci nüfusuyla 7 yıldır Dünya zirvesindeki yerini hiç kimseye kaptırmazken, Geri Kabul Anlaşmaları ve “sadakacı”, sözüm ona “filantrop” (!) fonlarıyla Türkiye’yi mülteci ve göçmenler için bir kasis, bir depo alanı haline getirerek kendini çoktan güvence altına almış Avrupa’dan bu tür bir ziyaretten sebep başka bir talep veya girişim beklemek haliyle mümkün olamazdı. Demokrasi, insan hakları, modernite ve refahın beşiği Avrupa’nın; kendini, kültürünü, birliğini korumak için (!) mültecilerden bu kadar ödlerinin kopması, bu politik tutumuyla bilinç dışına çıkan insan “sevgileri” meselesi ise apayrı bir yazı konusu…
Türkiye’de iktidarın, bugün takribi 4 milyonu bulan (resmi rakamlara göre 3,6 milyon) Suriyeli mülteci üzerinden Avrupa iş birliğinde nasıl bir oyun kurduğu, nasıl ikircikli ve oportünist bir politika sergilediği senelerdir hepimizin malumu. Ortada yanan, ezilen yine halkımız ve Suriyeli mülteciler olsa da… Ancak bugün gelinen yerde hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin bu konuda nasıl bir yol izleyeceğini kestirmek çok zor. Üstelik bu mahiyette ortaya konulacak öngörülerin vardığı/ varabileceği sonuç hiç de iç açıcı değil. En azından benim değerlendirmem bu yönde.
Türkiye, en başından Suriyeli mültecileri kabul ederken verdiği haklar ve imtiyazlar konusunda oldukça verici ve tavizkar bir tutum sergiledi. Bu plansız, rastgele ve ölçüsüz politikalar doğal olarak asayiş, güvenlik, eşitsizlik gibi problemleri beraberinde getirip besleyerek Türkiyeli vatandaşlarda -istisnasız her kesimde- hem Suriyelilere, hem de mültecilik statüsünün kendisine karşı büyük bir antipati doğurdu. Bu olumsuz algının yankılarının artma, dönüşme ihtimalinin emareleri görülürken (Türk vatandaşlarının %90’ı Suriyelilerin geri dönmesini istiyor), başta ana muhalefet olmak üzere temsildeki partilerinin bugüne dek meseleye dair hiçbir plan, proje ve strateji üzerine etraflı bir çalışma yapmayıp oldukça cılız bir sesle “Mültecileri en kısa sürede yurtlarına göndereceğiz” gibi söylemlerden öte gidememesi beni memleketin geleceği adına oldukça endişelendiriyor.
Orta Doğu sınırları içinde yer alan Suriye gibi kadim bir ülkenin, yaşanan son gelişmeler sonrası, birçok ihtilaflı grup ve çekişme arasında bölgede bir istikrar ve yaşam gücü kazanması belki yarım asrı bulacakken herkese soruyorum: Suriyelileri hangi “Suriye”ye ve nasıl göndereceksiniz? Dört yanı kevgir gibi olmuş sınırlarıyla Türkiye, Suriye başta olmak üzere çeperindeki mevcut siyasi krizlerden, çatışma ve savaşlardan kaçan birçok farklı uyruklu insanın doğal göç yolu, jeopolitik köprüsüyken; şayet hâlen Avrupa kapısını açmadan ilticacı depolayabileceğiniz gibi bir âfâkî zanınız varsa durup kendinize soruyor musunuz hiç mesela; bu terazi bu kadar sıkleti çeker mi?.. Yanıtı sizler hariç, hepimiz biliyoruz…