Bakan körler cumhuriyeti…

Bu haftanın başında, mesai sonrası Kızılay’ın en işlek caddelerinden birinden üzerime çökmüş günün tortusuyla yürürken para çekmem gerektiği aklıma gelince yakında gördüğüm ATM’ye yöneldim. O esnada bankanın cadde ve sokağın kesiştiği noktasında park halinde bir aracın arka tamponu altında kafası, öylece baygın yatan 50-60 yaşlarında üstü başı kirli perişan bir adam olduğunu farkettim. Etrafıma bakındım. İnsanların çoğu görüp orada yatan bir insan değilmiş de, park dubasıymış, görünen manzara olağanmış gibi öylece geçip gittiler tepkisiz. Bazısı da görüp uyanan refleksini başarıyla söndürüp alenen görmezden gelip geçti. İçim rahat etmedi. Belki sara krizi geçirmiş, belki çok içip sızmış biri, belki bayılmış bir sebeple; ama ne fark eder? Neticede yardıma ihtiyacı olduğu belli bir insan, tehlikeli bir pozisyonda yığılmış kalmış. 3-4 metre uzağında bekleyip aradım 112’yi, konumu paylaştım. Beklerken yalnızca 20-30 yaşlarında bir adam elinde bir poşet soda oradan geçerken adamı uyandırmaya çalıştı. Uyandırdı, soda ikram etti. Bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu ve gitti. Bekçiler geldi sonra; bilgi verdim ve ayrıldım oradan.
Psikoloji literatürü Kitty Genovese cinayeti sonrası bilimsel olarak irdelenen “seyirci etkisi”ni yarım yüzyılı aşkın bir süredir anlatıyor; ama mesele artık mevcut toplumsal yaşantımızın alışıldık bir parçası olmuş bir durumda. Komşusunun elektrik süpürgesi gürültüsüne sosyal medyada ateşli yergiler dizen apartman sakini, yerde yatan adamı görünce adımlarını hızlandırıyor. Sosyal medya algoritmalarının önümüze sürdüğü yoksulluk videolarına üzülüp, en olmadık gündemlere şöyle bir göz ucuyla bakıp  “geç” butonuna basıyoruz, ekranı kaydırıyoruz (!). Ünlü sosyolog Zygmund Bauman’ın “akışkan modernite” isimli eserinde mesele ettiği üzere; günümüz dünyasında bağlar esnek, yükümlülük hissi geçici, her şey sabun köpüğü… Etrafımızda olan-biteni görmek, gerekirse müdahale etmek, kendimiz kadar başlarına da karşı sorumlu olduğumuzu bilmek farkındalık ve fedakârlık ister; fakat aksine insanlığı soyutlaştıran bu hız çağı başta sorunlar olmak üzere herkesten, her şeyden kaçışı mükâfatlandırıyor.  Böylelikle Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” ifadesi, içinde bulunduğumuz bu yüzyılda sessiz kalmak, umursamamak, dönüp gitmek, görmezden/duymazdan gelmek olarak yeniden yankılanıyor.
Geçtiğimiz asrın diğerkâmlığı önemseyen Fransız filozofu Emmanuel Levinas’ın “yüz teorisi”, başkasının yüzününün karşımızda bir etik sorumluluk çağrısı olduğunu söyler bize. Ne kadar zarif ve insani bir bakış… Ancak günümüzde bu yüzler, dijital ekranların ardına saklanıyor; gerçek temas yerini yapay temaslara bırakmış durumda. Dahası artık yardım etmek, bazen bir risk, bazen “rahatsızlık” olarak kodlanmış zihinlerimizde. Kentsel yabancılaşmayla, hızla akan hayatımızın içinde durup bakmanın, dinlemenin lüks haline geldiği koşullarda, adaletin ve hukukun çok ciddi yaralar aldığı günümüzde güvensizlik de bu yaygın umursamazlık ve aymazlık tablosunun dışında değil elbette. George Simmel’in modern kent insanının kendini koruma içgüdüsüyle geliştirdiğini söylediği ve bizleri paralize ve donuk fertler olarak birbirinin aynı insansı robotlar haline getiren “blasé tavrı” bizi hem birbirimizden, hem de insanca yaşamaktan adım adım uzaklaştırıyor. 
Peki, ne yapmalı? Elbette bu konuda en önce bilinçli olmak ve etrafımızdaki başka insanları da bu bilinçle gelen sorumlulukla yetiştirmeli. Eğitim süreci ve müfredata kolektif bir sorumluluk geliştirecek becerileri kazandırmak üzere eğitimler verilmeli (ilk yardım gibi..)  Toplum olarak yardım edenin değil, etmeyenin dışlandığı; sorumluluk sahibi olanın cezalandırılmak yerine taltif edileceği bir üst kültür yaratmamız gerekiyor. 
Elbette, bu yazıyı okuyanların bir kısmı “zorunda mıyız kardeşim?! ” diye tepkilenip kızabilir. Ben de şöyle cevaplarım: Zorunda değilsin elbette kardeşim; ama yalnız ve ıssız bir adada yalnız yaşıyorsan… Toplum içinde yaşamanın, hayatta olmanın her birimize (kendimiz dışında) verdiği asgari sorumluluk ve ödevler vardır. Sağlıklı, huzurlu, uygar bir yaşam düşlüyorsak, bunlar yalnızca bir avuç insanın yakasında taşıdığı bir yük olamaz. Herkes vatanı neredeyse orada vatandaş olmanın, halk olmanın, insan olmanın hukukunu ve yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda! Uyuyarak büyüyecek yaşları geçeli çok oldu. Uyanın millet, Üsküdar’da sabah oldu!..