21 Haziran akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında Mert TANIŞ Folk Senfoni konseri vardı. Bilinen acıyla yoğurulmuş eski türkülerimizi çok yetenekli bir senfoni orkestrasının zenginliğiyle bize söyledi. Konserin ilk 60 dakikasında ağlattı, son 20 dakikada oynak türkülerimizle hem de CSO ana salonunda “Haydi Ankaralılar!” diye bizleri ayağa kalkıp oynamaya çağırdı, vallahi oynadık. Folk Senfoniye zaten ayrı düşkünümdür, Mert TANIŞ bize en güzelinden bir buçuk saat sundu.Biz Ankaralılar dolmamış salon için çok değerli sanatçımızdan ve orkestrasından özür dileriz. Maalesef bizde okul tatil olunca sanki kuralmış gibi Ankara’dan kaçılır. Ocak ayında Ankara’da verdikleri ilk konserde salonda iğne atacak yer yokmuş bununla avunduk, zaten “Ankara’ya küsmedik, yine geleceğiz” diye söz verdi. Biz konsere gelenler kendisini öyle bir alkışladık ki gelmeyenlere vekalet edebilmiş olduğumuzu dilerim. Folk Senfoni neden bize göredir? Bizim eski türkülerimiz çok güzeldir. Artık çok fazla dinlenmiyor olmasının nedeniyse yaşanmış acıları bizzat görüp hissedenlerin ağzından anlatılan o sözlerin, halk müziğinin fakir çaresizliğinden kaynaklanan tek sazın eşliğinde yüzyıllara taşınması zorluğudur. Ama bir senfoni orkestrasının enstrümantal zenginliğiyle söylenirse ne dinlemekten bıkarız ne de alkışlamaktan. Folk senfoni bizim tarihimizdir, kültürümüzün sırf hüzünlü değil; haksız, yanlış, acımasız taraflarını da anlatır. Kurtuluş Savaşında vatan için ölmeye razı, ama sonrasında devletleşme gibi bir zarureti kabullenmeyen bağımsızlığına düşkün efelerin trajedisinden tutun da mezhep farklılığı yüzünden kavuşamadığı sevdiğinin bu yüzden öldürülmesini seyretmek zorunda kalan talihsiz kızların isyanını da söyler bize. Konserde “Ah bir ateş ver, cigaramı yakayım” türkümüzün hikayesi anlatılırken de ağladım, Mert TANIŞ sesiyle bizi alıp götürürken de… Bundan sonrasını eskilerde yayınlanmış bir yazıma bırakıyorum yüksek müsaadenizle.“Öldüğü zaman küçücük yaşıma rağmen çok üzülüp ağladığım İlhan ağabeyim, benim ağabeyim değildi. Babamın amcası olan Nuri büyük amcamızın ilk oğluydu ve Dumlupınar denizaltında genç yaşında şehit olmuştu. Dünyanın o kadar uzak yerlerinden gelmeyi başarıp Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nda, hani hakikaten tam da burnumuzun dibinde hayatını kaybeden ve denizin sadece yüz metre altında arkadaşlarıyla birlikte metal mezarında ebedi uykusuna yatan seksen bir denizciden birisi de oydu. Nuri amcam çektiği evlat acısına rağmen uzun bir ömür yaşadı, vefat ettiğinde doksan yaşını geçmişti. Yaşlılığında bile yılda bir defa bize gelerek bir hafta kadar kalırdı; bu dinç ve kibar büyük amcanın ziyaretlerini çok severdim… Denizaltının batışı sürecinde yaşananlar, Nuri amcanın bulunmadığı akraba toplantılarımızda detaylarıyla konuşulurdu. Amcamızın o meşum gün ve geceler boyunca metanetini koruyarak radyo başında nasıl beklediği, en sonunda ümitlerin tükendiği duyurulduğunda ayağa kalkıp varlığını bile unuttuğu kravatını düzelttiği hep anlatılırdı; bu konuşmaları dinlediğim her seferinde yeni baştan kahrolurdum. Bu hazin hikâyeyi öylesine benimsemiştim ki, ilkokul boyunca bütün arkadaşlarıma her türlü vesile ile İlhan ağabeyimin ölüm haberini aldığımda nasıl ağladığımı anlattım. Onu çok iyi hatırlamıyordum zira çok küçüktüm ama acı dolu o kaza gününü hatırlıyordum. İlhan ağabeyimin küçük kardeşi Atilla ağabeyim kendini yerlere atarak ağlamıştı, bir asker paltosuna sarılıyordu, insanların yüzlerindeki acı ne kadar büyüktü, ben de çok ağlamıştım. Zavallı şehit İlhan ağabeyimin bir denizaltının içinde diri diri sulara gömüldüğü gün nasıl perişan olduğumu yıllarca herkese gururla anlattım. Derken ilkokul son sınıfta iken bir gün gazetede Dumlupınar denizaltısının 1953 yılında battığını okudum ve tevellüdü 1972 olan bendeniz neye uğradığımı şaşırdım. Hani çocukluğumuzda aslında hatırlamadığımız bir anımız ya da belki bizzat bizim yaşamadığımız bir olay, aile içinde yıllar boyunca süreklilikle anlatıldığında beynimiz o anıyı sanki biz yaşamışız gibi ve hatta hayal ettiğimiz görüntüleri de ekleyerek kaydeder ve biz artık o anının tamamen sahibi oluruz ya, buradaki durum bu mu diye düşündüm. Hayır, değildi. Ben o asker paltosunun renklerini ve babamın Atilla ağabeyimi sakinleştirmeye çalışmasını çok iyi hatırlıyordum. Çaresizlikle anneme gittim. Anneciğimin yardımıyla benim hatırladığım ve gerçek bir katılımcısı olarak çok ağladığım o acılı günün İlhan ağabeyimin annesinin cenazesi olduğunu öğrendim. Bahtsız kadın, tabutuna oğlunun ömrü boyunca sakladığı asker paltosunun örtülmesini vasiyet etmiş ve ben de haliyle İlhan ağabeyim ile hiç tanışmamıştım, annem bile denizaltı battığında üç yaşındaymış. Nasıl utandığımı anlatamam. Yıllarca bir daha hiç kimseye ailemizin bu acı kaybından bahsetmedim. Ama bir sabah radyoda rasgeldiğim türküyü dinledikten sonra söylemekten hiç yorulmadım: AH BİR ATAŞ VER CİGARAMI YAKAYIM, SEN SALIN GEL BEN BOYUNA BAKAYIM.”Bu acı türkünün denizaltıyla ilgisi şöyledir; Dumlupınar’ın battığı gün herkes suyun deri topu 90 veya 100 metre aşağıda olan askerlerin kurtarılabileceğinden emindir. Telsizden onlara “mevcut oksijeni tüketmemek için mecbur kalmadıkça konuşmamaları, türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri” söylenir. Ama nihayetinde kaçınılmaz son kesinleştiğinde artık sigara içip türkü söyleyebilecekleri iletilir. Sonra telsizin karadaki ucunda bulunanlar, denizaltının içinden söylenen bu türküyü duyarlar. 22 asker kendilerini bekleyen ölüme ilk olarak bu türkü ile merhaba demeye karar vermişlerdir. Devamında dualar, iniltiler, ezan sesleri duyulur. Derken şamandıra teli kopar ve irtibat sonsuza dek kesilir. Denizaltının gemiyle çarpıştığı an yüzeyde bulunan ve suya düşerek kurtulan askerlerden birisi Hüseyin Akış’dı. Ömrünün son yıllarında eşimin memleketi olan Mersin Silifke’ ye yerleştiğini öğrenmiştim. Silifke’ ye her gittiğimde kendisini ziyaret etmeyi planladım ama bir türlü yapamayıp sonraki gidişime bıraktım ve erteleme huyum yüzünden onunla da tanışamadım. Oysa ona İlhan ağabeyimi soracaktım ve Nuri amcamı anlatacaktım. Hüseyin Akış 2018 yılında öldü. Dilerim arkadaşlarıyla ve İlhan ağabeyimle birlikte cennetin ırmaklarının kenarlarında oturup sevinçli türküler söylüyorlardır. İnşallah dün gece Mert TANIŞ’ı da duymuşlardır…
