Her şeyden önce şunu söylemeliyim; biz hafızasız aynı hafızasızlaştırılmış bir toplumuz.
Yakın zamanda Yüksel Caddesi’nden yürürken kendimi bildim bileli orada olan Eylül Bazaar isimli işletmenin içimi burkan “kapanıyoruz” başıklı damping afişini gördüm. Bütün ilköğretim sürecini; neredeyse Cumhuriyetle yaşıt ve Mimar Kemaleddin’in Ankara’nın bir başka simge yapılarından biri olan Mimar Kemal İlköğretim Okulu’nda geçirmiş biri olarak, Yüksel Caddesi ile kesişen cadde ve sokakların benim için manası bambaşka…
Çocukken büyümeye özenen ve yetişkinliği özgürlükle eş gören (!) o saflıkla, teneffüslerde veya okul bahçesindeki derslerde okulu çevreleyen parmaklıklı demirler arkasından üniversiteli genç abi-ablaların tek veya arkadaş gruplarıyla geçişleri, eylem ve protesto gösterilerinde zaman zaman okul bahçesi ve dolayısıyla bizlerin de çocukluktan nasiplendiği polisin gaz bombalı, gençlerinse yaka paça gözaltına alındığı o insan manzaralarına tanıklık etmenin benim anlağımda dizginlenmesi zor bir merakla kuşanmış irili-ufaklı soru işaretlerinden mürekkep karşılıkları vardı. Büyüdükçe o manzaralardan kafama mıhlanmış soru işaretlerinin yanıtlarını ve yetişkinliği özgürlükle örtüştüren çocukluk aklımdaki saflığı keşfettim tabii; görerek ve yaşayarak…
İlkokulun ergenliğe denk gelen zamanları Mimar Kemal’den yine civarda kayıtlı olduğumuz dershanelere, kurslara gidip gelmek çok havalıydı. Büyüdük zannederdik o sokakları tek başımıza veya aynı dershaneye kayıtlı olduğumuz arkadaşlarımızla konuşa konuşa eğleşip arşınlarken. Okul-dershane, dershane-okul arası kısa vakitlerde Yüksel, Konur veya Karanfil’de duraksayıp bir şeyler alıp hızlıca yemek, fanı olduğumuz yabancı şarkıcıların kasetleri çıkınca Dost Kitabevi’ne koşmak, özendiklediklerimize benzemek veya büyüdüğümüzü dünyaya kanıtlayacak bir kılık, stil için için kuş kadar harçlıkları Karanfil Pasajı’ndan incik cıncığa yatırmak… O zamanlar, o gençlik, o ruh…
Kızılay’da bahsettiğim bu muhit dahil, ne yazık ki Ankara’nın merkezinde bilinen ve hatıralarımızın önemli parçasını kaplayan birçok noktanın, mekanın yerinde artık yeller esiyor… Ankara’yı kent hafızasının korunması bakımından (ki o da Cumhuriyet mirası planlı bir şehir olması sayesinde) görece başka metropollere kıyasla başarılı bulsam da; son yıllarda kentin markası sayacağımız mekanlarından olması, yahut buraların bir sebeple el değiştirip yerini vasat, itici, ruhsuz, tekdüze ortamlara bırakması beni son derece üzüyor. Kapanalı bir hayli zaman olsa da, eskiden Mülkiyeliler’in Konur’a bakan yanında yer alan Akman Pastanesi’ni (meşhur bozacı) hala sokaktan her geçişimde gözlerim arıyor.
Ankara’da belediye; Kızılay, Tunalı, Bahçelievler vb. muhitler özelinde keşke Ankaralıların alışkanlığı olmuş muhtelif timsal mekanları, işletmeleri korumak ve devam ettirmek üzere bir destek girişiminde bulunsa… Yoksa her geçen gün Baş’kent’, sözüm ona çağımızın “değişim”, “yenilik” girdabının ölçü, sınır tanımayan tuhaf, çirkin, yeknesak ve bulanık çıktılarıyla kuşatılırken elimizden kayıp gidiyor. Belleğimizde kalan boşlukların ise yeri dolmuyor.
Önceki pestisit yazısına not:
Böyle bir yazıyı konu etmenin yarattığı algıda seçicilikten ötürü mü bilmiyorum; bu ara önüme çok sık “evimize giren gıdalarda pestisit kalıntılarından nasıl kurtulabiliriz?” temalı yazı, video ve içeriklere rastlıyorum. Yok sirkeli su, yok karbonatlı su, yok bilmem ne..!
Bakınız bu evde anam babam usullerle kurtulabileceğimiz bir problem değil. Mesele, Tarım ve Orman Bakanlığı başta olmak üzere, ilgili otoritelerin çok ciddi sorumluluk alıp yaptırımlar uygulamasına, pestisit kullanımı konusunda amansız denetimlere ve bu hususta çiftçileri, üreticileri bilinçlendirecek özverili programlara muhtaç.
Üzgünüm; ama hafta sonu için sabah kahvaltınıza çeşnileyerek eşlikçi etmeyi düşündüğünüz dışı sizi içi hepimizi yakan o al renkli domateslerinizi bir süre karbonatlı suya yatırıp pestisitten kurtaramazsınız. İçerik üretme delisi olmuşların orada burada hakikat algınızı çarpıtmasına müsaade etmeyiniz.