Sabaha karşıydı. Şiddetli yağmurun ardından kar yağmaya başlamıştı. Sokak lambalarının ışığında, yağmurun kara dönüşünü rahatlıkla gözlemliyordum. Odamın penceresinden dışarı bakarken, “Acaba iyi bir fotoğraf çekebilir miyim?” diye düşünerek fotoğraf makinemi hazırladım.
Böyle havalarda ne yazacağımı bilemiyorum. Uzun uzun düşünüyorum ama aklım sürekli dışarıda oluyor. Geçen hafta sonbahar manzarası nasıl güzelse, bu sabah da kar manzarası aynı güzellikteydi. Pencereye sırtımı dönüp yazıya odaklanmam gerektiğini biliyorum ama aklım, bahçede köpeğimle oyun oynama fikrinde takılı kalıyor. Bilgisayarın başına oturmakta zorlanıyorum.
Loki’yi hazırladım, topunu ve ödül mamasını cebime koydum. Evin kapısını açmamla birlikte Loki hızla koşarak karın içine daldı. Bir oraya bir buraya delicesine koşmaya başladı; sanki diğer üç mevsim hızla geçsin de bu an gelsin diye beklemiş gibiydi. Evin arkasındaki geniş, düz araziye ulaşmak kolay olmadı. Yaklaşık otuz santimetre kar yağmıştı. Tasmasını takmadığım Loki’yi beni takip etmesi için ikna etmek, ödül mamasıyla bile mümkün olmuyordu. Son çare olarak, neredeyse yarısını ısırıp kopardığı turuncu topunu kullanarak onu oynayacağımız alana yönlendirmeyi başardım.
Köyde kar nedeniyle okullar tatil edilmemişti. Sabah erken kalkan çocuklar, sırtlarında çantaları ve ellerinde kar toplarıyla okula gidiyorlardı. Loki’nin çıkardığı oyun sesleri dışında doğada çıt çıkmıyordu. Yiyecek bulmaya çalışan kuşlar, ağaç dallarında kalan meyveleri veya karın seyrek olduğu yerlerdeki yiyecekleri arıyorlardı.
Gözüm, gece boyu beni uyutmayan sincaba takıldı. Odamın penceresinin üstündeki çatı aralığından kafasını ve ön ayaklarını çıkarıp etrafa bakıyordu. Dışarı çıkıp çıkmama konusunda kararsız gibiydi.
Amcam, ilerlemiş yaşına rağmen elinde soba kovasıyla evinin kapısında belirdi. Üzerine bir şey giymemişti. Dizlerinin izin verdiği kadar hızlı adımlarla, merdiven korkuluklarından tutunarak aşağı indi. Sobanın külünü fazla tozutmadan bahçeye döktü. Topuklarını ezerek giydiği ayakkabılarıyla bodrumuna doğru yöneldi. Açık kalan kapıdan, soba kovasına kömür doldurmak üzere olduğunu anladım. Ağır kömür torbasını küçük bir kürekle soba kovasına dolduruyordu.
Baştan sona görebildiğim eski kerpiç evlerin yerini betonarme binalar almıştı. Köy sokağının ortalarına doğru dizel motorlu bir aracın çalıştığını duyunca o yöne baktım, ama hangi araç olduğunu kestiremedim. Etrafta kimse yoktu. Araçların üstleri ve camları karla kaplanmıştı; içlerinde kimse olup olmadığını göremiyordum.
Köy, bir vadinin başında kuruluydu. Ortadan bir dere akardı, ancak bu mevsimde derede çok su olmadığı için şarıl şarıl akan bir ses duyabilmek için baharı beklemek gerekirdi. Dağlardaki sonbaharın renk armonisi yerini bembeyaz bir örtüye bırakmıştı. Kar, ağaçlardaki kalan yaprakları da dökmüş, dalların üzerinde ince bir şerit gibi süzülüyordu. Dağlar uzaktan, beyaz bir zemin üzerine çizilmiş ince çizgilerden oluşmuş gibi görünüyordu. Kar yağışı, görüş mesafesini de kısaltıyordu. Dağların tepeleri seçilemiyordu.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sanki uzun bir süre geçmiş gibi hissettim. Amcam, kömürlükten elindeki soba kovasıyla evine dönerken tekrar gözüme ilişti. Yüzünden yorgun olduğu belli oluyordu.
O sabahı fotoğraf çekmeden bitirmek istemedim. Loki, ön ayaklarıyla turuncu topunu tutmuş, dişleriyle küçük küçük kemirerek karın üzerine uzanmıştı. Arkasında iki ağaç kümesi vardı. Bu keyifli anı, fotoğraf makinemi almayı unuttuğum için cep telefonumla ölümsüzleştirdim. İşte böylece, o sabahı noktalamış oldum.