Nicedir kafamı kurcalayan bir meseleyi, neo-kapitalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında bilimin olgusallığı ve devingen pratiğine düşen materyalist gölgeyi değerlendirmek istiyorum biraz bugünkü köşemde. Bu konuya, başka boyutlarıyla ileriki günlerde yine değinebileceğimi zannediyorum.
Twitter (X) hesabımda dolaşırken akışımda, kendisini tanımayıp takip etmesem de sadece hekim olduğunu bildiğim, Dr. Atilla Özmumcu’nun bazı paylaşımlarına rastladım yakın bir zamanda. Bir zincir olarak düzenlenmiş paylaşımda, Dr. Özmumcu, sağlık sistemini, hastalık ve tedavi süreçlerini sigorta şirketlerinin dizayn ettiğine kanaat getirdiğini belirtiyor. Ben de epey bir zamandır mevzuya bir sosyal bilimci refleksiyle, daha kuş bakışı bir perspektifle ve bilimin de önemine halel getirmeyecek şekilde baktığımı, bu vesileyle Özmumcu’nun bu kanaatine katıldığımı belirtmek istiyorum. Şahsi olarak bu düşüncemin geliştiği yer ise pandemi dönemi izlenimlerim, yaşadıklarımız ve yaşatılanlar…
Bana göre tıp bilimi, hekimler ve tıp üzerine ihtisası olan bilim insanları, doktrine edilme biçimlerinden mi yoksa neo-liberal çağımızın cilvesinden mi bilinmez, ekseriyetle eleştirellik ve sorgulayıcılıktan ırak genel-geçer tutumlar izliyor. Ayrıca, tıp, sağlık gibi alanların kamusallıktan edilip sektörleşmesinin ve iyiden iyiye metalaşmasının bu tür bir “dogmatik” kültürü alanda kuşaktan kuşağa taşınabilen bir miras, bir “düstur” haline getirerek yaygınlaştırdığından hiç kuşkum yok.
Herkesin hatırlayabileceği üzere; Covid aşısı bulunduktan sonra aşı karşıtları sebepli tartışmalar uzunca bir süre gündemlerimizde yer tutmuştu. O dönem, dünyanın düz olduğunu savunarak aşı karşıtlığı yapan güruhun haricinde, Covid aşısına eleştiri getiren ve bilinçli sorgulamalar yapan kişilerin fikirlerini önemsediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Nitekim bu aşılar, hastalıklar üzerine çalışan uzmanlar, doktorlar, bilim insanları yukarıda ima ettiğim düzene ister istemez hizmet edecek şekilde o pozisyonlara gelmiş, getirilmiş kişiler. Eğer en temelde, tarih boyu bilimin ontolojik olarak üzerinde yükseldiği temelleri göz önünde bulunduracaksak, tıp da olsa artık sektörleşmiş ve amiyane tabirle küresel sermayedarların borusunun öttüğü bir alanda bilime hizmet etmek, atılımcı olmak, önemli buluşlara imza atmak günümüz dünyasında hiç kimseyi eleştiriden, sorgulamadan, şeffaflık beklentisinden muaf tutmamalı! Zira mevcut koşullarda bilimin mülkiyetine kimlerin sahip olduğu ve bununla neler yapabilecekleri gün gibi ortada. Pandemi sürecini ve gündemini, o dönem yaşadığımız tecrübeyi büyüteç altına alan herkes bunu pek tabii fark edebilir. Dahası; etik ve temel ahlaki kaygıların, bilim ve tekniğe yön veren kişiler ve sermaye gruplarınca her geçen gün daha fazla göz ardı edilerek adeta iğfale uğradığı çağımızda, bunu sıkça gündemde tutmak, etik üzerine hatırlatmalar yapmak, çağın getirisi problemlere insani çözüm ve yaklaşımlar geliştirip sunmak sosyal bilimlerle uğraşanların, insandan ve yaşamdan yana bir bilinç düzeyinde olanların, hepimizin mesuliyetinde aslına bakarsanız. Ancak kendi gözlemim bu konuda akademik camianın ve modern hukukun çok eksik o kaldığı yönünde. Bariz bir boşlama…
Yazdıklarım yanlış anlaşılsın istemem; ne bilime, ne de bilim insanlarına karşı herhangi bir düşmanlığım, nefretim vesaire söz konusu bile olamaz. Vurgulamak istediğim esas; bilimin maksadına ulaşması ve ilerlemeci gücünü göstermesinin yolunun eleştirellik ve eleştiril-e-bilirlikten almasının doğasında olduğunu yine, yeniden anımsamamız gerektiği… Bilim insanı olalım veya olmayalım, bilimi amacından saptıran ve sırf kendi çıkarları için araçsallaştıran otoritelerin bilimin aşkın doğasına, insanlığa ve yaşama verebileceği hasarları ön gören bir zihniyet, bir bilinç, hakikati sorgulamaktan erinmeyen bir yaklaşım geliştirmemiz gerektiği…
Yazımı Yunus Emre’den ilhamla, buradaki ana fikri sizlere konsantre fakat derinlikli bir bağlamda sunacak bir nazire yoluyla tamamlayayım:
İlim ilim bilmektir
İlim “yermeyi” bilmektir…