Dijital Cephenin Yükselişi

21.yüzyılın savaşları sadece cephelerde değil, ekranlarda da yaşanıyor. 2025 yılı itibariyle İsrail ve İran arasında patlak veren sıcak çatışma, yalnızca karşılıklı füze saldırıları ve hava harekâtlarıyla değil, aynı zamanda dijital alandaki enformasyon bombardımanlarıyla da dikkat çekiyor. İnsanlar artık savaşları yalnızca haberlerden değil, sosyal medyada anbean paylaşılan görüntüler, yorumlar, videolar ve canlı yayınlar aracılığıyla izliyor. Gerçek zamanlı görüntülerle şekillenen bu yeni savaş algısı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir medya gerçekliği yaratıyor.
İsrail ve İran arasındaki gerilim yeni değil. 1979 İran Devrimi’nden bu yana süregelen ideolojik ve stratejik karşıtlık, bölgesel vekalet savaşları üzerinden uzun yıllar sürdü. İran’ın Hizbullah ve Hamas gibi gruplara verdiği destek, İsrail’in ise İran’ın nükleer faaliyetlerine karşı gerçekleştirdiği sabotajlar ve suikastlarla tırmanan gerilim, 2025’te doğrudan bir savaşa evrildi. Ancak bu savaşın dikkat çekici tarafı, sadece askeri değil, psikolojik, dijital ve kültürel boyutlara da sahip olmasıdır.
Bu çatışmanın en özgün ve ürkütücü boyutu, savaşın artık seyredilen bir gösteriye dönüşmesi. TikTok, Instagram, Twitter (X) ve YouTube gibi platformlar üzerinden yayılan görüntüler; saldırı anları, enkaz altındaki insanlar, roket savunma sistemleri ve hatta ölü bedenlerin sansürsüz halleriyle dolup taşıyor. Bu görüntüler yalnızca bilgi sunmakla kalmıyor, izleyen üzerinde travmatik bir iz de bırakıyor.
Özellikle genç izleyiciler, savaşın bir parçası gibi hissediyor. Canlı yayınlar altındaki yorum bölümleri, bir yandan empati ve destek ifadeleriyle dolarken, öte yandan adeta bir yorum savaşı alanına dönüşüyor. Siyasi görüşler, milliyetçilik, dezenformasyon ve propaganda iç içe geçiyor. Bir ülkenin askerleri kahraman ilan edilirken, diğer taraf “terörist” damgası yiyor. Bu ikili kutuplaşma, savaşın kendisinden çok, onun anlatısı üzerinde bir hegemonya mücadelesine dönüşüyor.
Savaşın dijital yüzü sadece tanıklıkla sınırlı değil aynı zamanda psikolojik harekâtların bir aracı. Deepfake videolar, sahte belgeler, kurgu haberler ve anonim hesaplar üzerinden yayılan içerikler, kitlelerin düşünme biçimlerini yönlendiriyor. Özellikle çatışmanın yoğunlaştığı anlarda devreye sokulan dezenformasyon kampanyaları, halkın ruh halini ve uluslararası kamuoyunu etkilemeyi hedefliyor. Artık savaşın bir cephesi de doğruluk ile yalan arasındaki sınırın muğlaklaştığı bu gri alanda yer alıyor.
Bu dijital gerçekliğin merkezinde, önemli etik sorular yer alıyor. Gerçek zamanlı ölümler yayınlanmalı mı?Kurbanların görüntülerini paylaşmak hangi sınırı aşar? Bu içeriklerin tekrar tekrar izlenmesi, duyarsızlığa mı yoksa daha derin bir farkındalığa mı yol açar?
Geleneksel gazetecilikte var olan editoryal süzgeçler, sosyal medya çağında büyük ölçüde ortadan kalktı. Artık herkes potansiyel bir muhabir, herkes bir “görgü tanığı”. Ancak bu özgürlük, sorumluluk bilinci ile desteklenmediğinde, duygusal sömürü, nefret söylemi ve propagandaya açık kapı bırakıyor.
Canlı yayınlar, “olayın içindeymiş gibi” bir his yarattığı için izleyicide yüksek düzeyde bir psikolojik tetiklenme oluşturabiliyor. Bu yayınlar kimi zaman merakla, kimi zaman vicdani bir sorumluluk duygusuyla izleniyor. Ancak sürekli maruz kalınan savaş görüntüleri, travma, öfke, çaresizlik ve hatta şiddet arzusu gibi duyguları körükleyebiliyor. Bu durum, bireysel ruh sağlığını etkilediği kadar toplumsal kutuplaşmayı da derinleştiriyor.
İsrail-İran savaşı, klasik askeri çatışmalardan farklı olarak yeni bir savaş modelini gözler önüne seriyor. Çok boyutlu, eş zamanlı, görsel ve dijital savaş. Savaş artık yalnızca bir toprak parçası ya da ideoloji uğruna değil, aynı zamanda anlatı üstünlüğü ve dijital etki alanı için de veriliyor.
Bu yeni savaş biçimi, yalnızca politikacılara ve generallere değil; biz izleyenlere, paylaşanlara, yorum yapanlara da sorumluluk yüklüyor. Belki de asıl savaş alanı artık ekranlarımızın içindedir ve bu savaşta hepimiz birer tarafız.