Bir süredir özellikle muhtelif sektörlerden iş veren, çalışan, uzman, eğitmen, öğretmen ve hatta ebeveynlerin Z Kuşağı aşağı, Z kuşağı yukarı günümüzün gençlerini tek bir çatıda kategorize etmiş kitle ve fertlerinden şikayetlenmesine rastlıyorum sürekli. Ne yalan söyleyeyim; hayatta geldiği, bulunduğu yer açısından tuzu kuru olanların (dünya cehenneminde insan gibi yaşamak kolaymış gibi) gençler ve ergenliği süren bireyleri bu kadar empatiden yoksun ve genelleyici tutumlarla eleştirip durması beni oldukça rahatsız ediyor. O sebeple köşemi biraz bu konuya ayırmak istedim.
Z Kuşağı (Generation Z veya trend kullanımıyla Gen-Z), 20. yüzyıl sonrası sınıflandırılan tüm nesiller gibi ve bunların devamı olarak, 1996-2012 arası dünyaya gelen fertleri tanımlıyor. Nesillerin tek bir ad altında sınıflandırılıp sadece yaş-doğum tarihi faktörü üzerinden ayrıştırılması aslında doğru bir yaklaşım olmasa da; bu trend esasında bireyleri yalnızca “tüketici” olmaktan ibaret gören kâr odaklı neo-liberal politikalar ve yerel-küresel sermayenin hakimiyetine hizmet eden özellikle reklamcılık, iletişim, pazarlama gibi aracı sektörlerin kolaylaştırıcı ve işine gelen bir kurgulama şekli. Böylelikle “hedef kitle”ler belirlenip bunun üzerine satış programlamaları, projelendirmeleri yapılabiliyor; şayet meseleyi ekonomi-politiğin penceresinden eleştirecek olursak…
Hal böyle olunca bir bireyi, yahut yazımızın konusu gençleri cinsiyet, sosyal çevre, maddi-kültürel sermaye, coğrafya, kültür gibi insan yaşamında belirleyici ve sınıfsallıkla da bağıntılı diğer unsurlardan dışlayarak değerlendirmenin benim nazarımda esasen havanda su dövmekten farkı yok. Bu konuda, çalışmalarını ilgiyle takip ettiğim saygıdeğer akademisyen Prof. Dr. Emre Erdoğan hocamın geçen ay TESEV tarafından yayımlanan “Gençlerin İş Hayatından Beklentileri: Toplumsal Cinsiyet ve Eşitlik Perspektifinden Bir Bakış” başlıklı raporunda rastladığım veriler de konuya dair fikirlerimi destekler nitelikte.
Bizlere o “birileri” (!) tarafından bahşedilen kategorik adımızla, yani bir Y Kuşağı bireyi olarak sık gözlemim; en başta Boomer ve X kuşağının da bir kısmını kapsayan nesillerin Z kuşağı hakkındaki şikayetlerinin çoğunlukla “tembel oldukları, işten kaçtıkları ve iş beğenmedikleri” gibi hususlar üzerinde yoğunlaştığı. Oysa bahsi geçen raporda, Türkiye’de gençlerin %40’ının çalışırken %40’ın da eğitim hayatında olduğu görülüyor. Çalışan gençleri cinsiyetine göre ayırdığımızda; %51’lik bir oranla erkeklerin kadınlara (%26) kıyasla önde olduğu görülüyor. Eğitimde ise bu durumun aksine; kadınların %47’si öğrenciyken, erkeklerin yalnızca %15’i öğrenci.
Çalışma yaşamında yer alan gençlerin %55’i hizmet sektörü, %31’i sanayi sektörü ve %14’ü de tarım sektöründe yer alıyor. Genç kadınlar yoğunlukla hizmet sektöründe emek verirken, genç erkekler ise sanayi sektöründe sayıca öne çıkıyor. “İş beğenmeyen” (!) şu gençlere de bakın hele!
Yine Z Kuşağı’na yönelik yergilerde başı çeken “umursamazlık”, “rahatlık”, “pervasızlık” gibi şikayetlere geldiğimizde (rapordaki verilere göre) aslında gençlerin beklenti ve kaygıları konusunda içinde yaşadıkları ve fakat her fırsatta gençleri eleştirmeyi kendine hak gören toplum, aile ve diğer cemiyet ve/ya bireylerden ayrışmadıklarını gözlemliyoruz. Şimdiki gençlerin seleflerinden, büyüklerinden ayrıştığı belirgin bir tek unsur var ki o da prestij kazanma, prestijli olma beklentisi. Her türlü son teknoloji iletişim aracının icadının birbirini kovaladığı dijital bir dünyaya doğduklarını düşünürsek, gençlerin ünlü ve görünür olmaya yönelik ilgi ve arzularının oldukça normal olduğunu söyleyebiliriz. Ancak burada, çocuk ve ergenlik dönemindekilerin özellikle sosyal medya kullanımı konusunda yetkililerin hâlen sınırlayıcı politikalara gitmemiş olmasından esef duyduğumu şerh düşmek isterim.
Eskiden idareci olarak çalıştığım bir kurumda amirim diyebileceğim bir büyüğüm bana nereye gitsem hep aynı insanlara rastlayacağımı, insanların aslında birbirine çok benzediğine dair bir nasihatte bulunmuştu. Şimdi bakınca hak veriyorum. Zaman, koşullar her ne kadar değişmiş görünse de; yaşlısı da, genci de kendi zamanın, yaşıyla gelen şans ve/ya dertleriyle yaşıyor. Bana kalırsa üzerine düşünmemiz gereken esas sorun şu ki; hayatın engebeli ve engellerle kuşatılmış yolunda yürüyüp belli eşikleri aşanların, henüz arkadan gelip benzer yahut bambaşka yollardan, güçlüklerden geçenleri sanki kendileri hiç zorlanmamış gibi tanımazdan, görmezlikten gelmeleri. Nerede sürekli gençlere söven, gençlikten şikayet eden birileri var, bilirim ki hepsi esasında kendine yabancı. Ve emin olun hiçbirinde kendini bilme(nin) o vakur şuuru yoktur.
