Bazı insanlar vardır, hayatları boyunca öyle izler bırakırlar ki, onları hiç tanımamış olsan bile sanki kaybettiğin bir dost gibi hissedersin. Sebastiao Salgado, işte o insanlardan biriydi benim için. Geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldığında, içimde bir boşluk hissettim. Belki de onunla aynı yolda yürüyemediğim, hayalini kurduğum birçok şeyi gerçekleştiremediğim için… Belki de o yolun ne kadar sarp ve zorlu olduğunu gördüğümde, adımlarımın ağırlığı daha da arttı.
Ama Salgado öyle biri değildi. O yürümekten asla vazgeçmedi. Kamerasını bir silah gibi değil, bir mercek gibi kullandı. Dünyanın acılarına, eşitsizliklerine, savaşlarına, göçlerine, yoksulluğuna baktı ve sonra bize baktı, gözümüzün içine.
Ben hala yapamadığım projelerin listesini bir kenara yazarken, Salgado bir ömrü fotoğrafla ördü. “Dünyanın Tuzu” belgeselini izlerken, içimde bir şey kıpırdadı. O belgesel sadece bir sanatçının portresi değil, bir insanlık arayışının güncesiydi. Afrika’nın kurak topraklarından Amazon ormanlarına, Ruanda’dan Kuveyt’e kadar, adımını attığı her yerin hafızasını bizim için kayıt altına aldı. Fotoğraf onun için sadece bir iş değil, bir ibadet gibiydi. Her kare bir dua, her siyah beyaz ton bir ağıttı.
Ben ise çoğu zaman yalnızca bakabildim. Deklanşöre basacak cesaretim olmadı belki de. Ya da o kareyi çektikten sonra hayatıma devam edebilmenin yükü fazlaydı. Ama Salgado’nun her karesi, bana yeniden neden bu mesleğe başladığımı hatırlatıyor. Biz foto muhabirleri sadece gösteren değil, sorumluluk taşıyan tanıklarız. Bazen anlatamadığımız şeyleri görüntüyle haykırırız.
Salgado, gözünü doğaya ve insana dikmişti. Onu tanıyanlar bilir; sadece çekmekle yetinmedi, doğayı yeniden inşa etmek için de uğraştı. Brezilya’da çocukluğunun geçtiği ormanları yeniden yeşertti. Bu bile tek başına bir manifesto. İnsan yok ettiğini onarabilir. Bunu da en iyi bir foto muhabir bilir; çünkü en çok biz tanığız yıkıma.
Ama Salgado yalnızca yıkımı değil, direnişi ve umudu da fotoğrafladı. Bir annenin çocuğunu sarmalayan ellerinde, toprağa diz çökmüş bir çiftçinin çatlamış avuçlarında, bir göçmenin yorgun gözlerinde hep bir yaşam kıvılcımı vardı. Onun fotoğrafları sadece acıyı değil, sabrı ve direnci de anlatırdı. O yüzden onun eserlerine bakarken sadece üzülmezsin; aynı zamanda düşünürsün, utanırsın, bazen de ilham alırsın.
Salgado’nun ardından geriye milyonlarca görüntü değil, milyonlarca soru kaldı. Biz bu dünyaya ne yaptık? Nereye gidiyoruz? Daha da önemlisi, hala zamanımız varken ne yapabiliriz? O, bu soruları sordu ama cevabı bize bıraktı.
Şimdi Salgado gitti. Ama o gitmeden önce, dünyaya nasıl bakmamız gerektiğini gösterdi. Fotoğraf makinesiyle değil, yüreğiyle çektiği her kare, bizim omuzumuza yeni bir sorumluluk daha yüklüyor.
Ben hala bir fotoğrafın peşindeyim. Belki o kare hiç gelmeyecek. Belki de çoktan geldi ama ben kaçırdım. Yine de bu yolda yürümeye devam etmek istiyorum. Çünkü Salgado’nun bıraktığı iz, sadece fotoğrafın içinde değil, insanın vicdanında yaşıyor.
Ve belki bir gün, ben de kameramı kaldırdığımda bir anlığına Salgado’nun gördüğü gibi görebilirim. Belki bir gün, bir karenin içindeki gerçeği yakalayabilirim, sadece ışığı değil, insanı da içine alan bir gerçeği.
Dünyanın tuzu eksildi. Ama izi, toprağın en derin katmanlarında kaldı.
