Ulaşıma zam, içimize gam

Ankara bu haftaya peş peşe duyurulan ulaşım zamlarıyla başladı. 
Gerekçeler belli. Akaryakıt zamları, araçlara zorunlu sigorta ve asgari ücretlerdeki artış, rutin araç bakım-onarım hizmetleri ile yedek parça fiyatları… Bunun yanı sıra, kamu tasarrufu ve SGK borçlarıyla daralan belediye bütçesi de tabiatıyla yediğimiz bu kaçınılmaz zammın cabasıdır.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) ve EGO Genel Müdürlüğü’nün açıklamaları gösteriyor ki; ulaşımda zam oranının dizginlenmesi ve olabilecek en asgari düzeyde tutulması için her yola başvurulmuş. Bu konudaki iyi niyetlerinden ve ellerinden geleni yaptıklarından hiç kuşkum yok.
Minibüsçüler Esnaf Odası’nın yaptığı açıklama ise Ankara’da dolmuşlarda uygulanacak yeni tarifenin önümüzdeki hafta başı onaylanması sonrası yürürlüğe gireceği yönünde.
Taksicilerden henüz bir zam haberi yok; ama eminim onun da eli kulağındadır…
Ancak tüm bunların dışında ben biraz olayın başka, bireysel bir yönünü burada konu almak istiyorum. Doğduğum, büyüdüğüm bu şehirde içten içe zoruma giden ve aslında hâlâ sindiremediğim bu vaziyetin daha ne kadar sürdürülebilir (!) olduğu üzerine düşünmeyi okurlarına bırakıyorum.
Şu zamanlara kadar; Ankaralılar olarak minibüs yerine dolmuş demeyi daha çok tercih ettiğimiz ve bizi Kızılay’a, Ulus’a bir nevi uçuran araçlara bindiğimizde cebimizde, cüzdanımızdaki şıkır şıkır bir-iki irili ufaklı bozukluğu toplayıp vermek dışında bir ulaşım ücreti derdimiz olmamıştı. Metro, otobüs gibi toplu taşıma araçlarının bilet ve abonman ücretleri de hakeza aynı şekilde minibüse kıyasla biraz daha cüzi, mütevazı tutarlardaydı. Şimdi ise Başkent’in kalabalıklaşması ve ulaşımdaki keşmekeşten geçtim, memlekette derinleşen iktisadi krizden sebep kendi kendini tedavülden kaldırmış diyebileceğimiz madeni paralar yerine, bir dolmuşa atlayıp şuradan şuraya gitmek isterken üst üste kağıt paralar dizip verişimizi hâlâ yadırgıyorum. 
Zaten ben, hâlihazırda halkımızın kısa zamanda bile alışmış ve sindirmiş göründüğü birçok şeyi dünya ile yeni hemhal olmaya başlamış bir küçük çocuk şaşkınlığıyla hâlen yadırgıyorum…
Ankara’nın bu haftaki gündemi olduğu ve köşeme almak istediğim için ulaşım konusundan dem vuruyorum; ancak hayatımızın içindeki bütün iktisadi meseleler böyle. Enflasyonun ve malum ekonomik krizin yarattığı iklimden kendine kâr-kazanç devşirmek için yarınlar yokmuşcasına (haklıdırlar belki, zira yarınlar yok gibi…) sürekli fiyatlarla oynayan market, bakkal, kasap, manav, pazar, mağaza, restoran, kafe, sağlık ve eğitim kurumları, muayenehaneler, kiralar, ulaşım, lojistik… Sayın işte sayabildiğiniz kadar.
Üstüne, içinde toptan boğulmak üzere debelendiğimiz bu insanlık dışı, yaşanılmaz tatsız koşullardan sebep bir memnuniyetsizliğinizi/ şikâyetinizi dile getirecek olsanız, sorgusuz sualsiz ona buna tapınmayı adet etmiş bir kısım aklı evvel güruh ile bir yerlerden duyup hiçbir fikri olmadığı halde sırf söylemesi kendilerine havalı geldiği için “e bu ülkede serbest piyasa var” gibi bir savunmaya geçen esnaf, tüccar modelinin ve sözüm ona tahsilli vasatların çiğliklerine maruz kalıyorsunuz. Ne hazin!..
Sizi bizi bilmem; benim nazarımda insanlarımızın “mukadderat” deyip başa gelen her şeyi çabucak kabullenmeyi, alışmayı öğrendiği bir ortamda, negatif üzerine negatif bindirirken süratlenen bu mevcut freni patlamış gidişatın sonu pek hayra çıkacak gibi görünmüyor.