Mustafa Ayaz’ın resimlerindeki kırmızı giymiş kadınların o muhteşem rengi, belki de kırmızının en güzel tonlarından birisiydi. Onun resimlerinde hep kırmızı renkte aşk ve ön planda âşık olunası kadınlar vardı. Hayat doluydu bu kadınlar. O kırmızı çoraplı veya elbiseli fütursuz ve hayat dolu kadının ardında, ona hayran, deli divane aşık, ama çoğu kere uzaktan bakan gizli saklı, ufak bir Mustafa Ayaz olurdu. Aşkın her halinde olduğu gibi, parlak kırmızı rengin arka planında kıskançlığın, kendini ifade edememenin, suskunluğun, çaresizliğin gri renkleri dururdu. Kırmızı ve gri; birisi gürül gürül akan hayatın, diğeri karamsarlığın rengi… Kendisi de “Yapıtlarım Hapsedilen Aşkların Öyküsüdür” demişti.
Cinsiyet nedir? Beden nedir? Güzellik ve çirkinlik diye bir ayrım gerçekten var mıdır? “Ağaçlarla konuşamıyorum ama yaptığım kadın resimleriyle konuşabiliyorum,” diyen Mustafa Ayaz’ın kırmızı kadınları güzel midir çirkin midir? Ya da Mustafa Ayaz’ın söylediği gibi resimlerine bakıp “Ne kadar güzel kadınlar” sözlerini hiç doğru bulmamak mıdır?
Mustafa Ayaz’ın kadınları önce siyah kalın çoraplar giyerlerdi. Siyah çorapların nedenini çocukluğunun Trabzon Kabataş köyünde genç kızların kalın siyah çoraplar giydiklerini ve bu siyah çorapların kendisini çok etkilediği olarak anlatmıştı. Siyah çorabın çocuk Mustafa Ayaz’ın içinde karşı cinse karşı ilk uyanışları sembolize ettiğini söylemek hiç te yanlış olmaz. Ama sonra, Ankara’ya geldiğinde kadınlarda gördüğü kırmızı çoraptan daha fazla etkilenip artık daha şuh, daha cesur şehir kadınını güzel bulduğunu yazmak ta saygısızlık olmaz.
2003 yılında Balgat’ta inşaatına başlayıp 2007 yılında bitirdiği Mustafa Ayaz Müzesi’nde küçük çocuklara üç kuruş paraya sanat dersleri verilirdi. Kızımı Covid başlayana kadar 3 yıl kurslarına götürdüm. Çocukların küçük ellerini sırf boyayla değil, çamurla, seramikle tanıştırır, ufacık beyinlere sanatın önemini anlatırlardı. Müzeyi kızları yönetir, Pazar sabahları bile erkenden işlerinin başında olurlardı. Yüzlerce tuvalden çapkın ve davetkar bakan ama bir yandan da çekingenliğin gizli izlerini yüzlerinde gördüğünüz kadınlar çizen Mustafa Ayaz’ın sadık bir eş ve 5 kız çocuğunun onlara düşkün babası olması da bazı tuhaf sorulara güzel bir cevap değil midir?
Çok çalışkan bir ressamdı. “Resim yapmadığım günü yaşanmış kabul etmem. Resim yapmazsam huzursuz olurum. Bir konuk gelince bir an önce gitse yatmadan önce birkaç şey boyasam, çizsem derim. İnsan nasıl nefes almadan yaşayamıyorsa ben de resim yapmadan yaşayamıyorum. Bu güzel bir hastalık. İpekböceği nasıl yaşamak için ipek üretiyorsa ben de resim üretiyorum.”
Üretmenin neresi yanlış? Yani bir ressam çok sayıda resim çiziyor diye bu baktığınız resimde gördüğünüz şeyin değerini düşürmez ki. Mustafa Ayaz daha güzel vermişti cevabı : “Türkiye’de benim kadar üreten yok. Türkiye’de eleştiri hep tembellere göre ayarlanmış. Az üreteceksin millet arayacak! Efendim Mustafa Ayaz çok üretiyor! Sanki üretmek suçmuş gibi. Böyle diyenlere Picasso’yu örnek veriyorum. Beş bin civarında yağlıboya yaptım. Picasso benim üç mislim fazla. Desende 10 mislim fazla. Yüz bin desen çizmiş ben daha 10 bin.”
Şanslı doğmamıştı Mustafa Ayaz, zor geçmişti çocukluğu, kendi şansını kendisi yaratmıştı. “Annem anlatır, iki yaşındayken hastalanmışım. 10 gün yatmışım. Daha 40 günlükken beni dağa çıkarır ağzıma emzik verir bırakırmış. Yükünü alır inermiş tekrar geldiğinde ölmüş bulacağını sanırmış. Orada insan tesadüfen yaşıyor. Trabzon Çaykara’daki köyümüzün yeni adı Kabataş, eski adı Fotimus’du. Kasabaya bir saat uzaktaydı. Okula giden çocuklar köye dönerken ilk ev olduğu için bizim evde ısınırlardı. Okula başlamak bana 10 yaşında kısmet oldu. Daha nüfusta kaydım yoktu. Abim beni nüfus idaresine götürdü.”
Kadını bu denli özel çizen Mustafa Ayaz, nefis bir kırmızı renk eklediği dünyamızdan 17 Eylül günü 86 yaşındayken göçüp gitti. Balgat’ta bize kendi cennetinden bir köşe bıraktı. Dileriz Tanrı onu cennetinde kırmızı renklerle karşılamıştır.