İnsanlığın yavaş ilerleyişinin hikayesi

Zaman içinde dolanan, insanlık tarihinin kayalık topraklarından süzülen geniş, eski bir nehir hayal edin. Bu nehrin suları derindir, bazı yerlerde çalkantılıdır, ama çoğunlukla yavaş, sabit bir akışla ilerler. Bu nehir, insanlığın ilerleyişi, türümüzün sayısız binyıllar boyunca süren yolculuğunun hikayesidir. Nehrin kıyılarında her çağdan insanlar durur. Avcılar ve toplayıcılar, krallar ve kraliçeler, bilim insanları, filozoflar ve hayalperestler. Ancak nerede veya ne zaman bu nehrin kenarında dursanız, değişmeyen bir şey vardır: İnsanlığın derin bir değişim isteksizliği, bilinmeyene atlamaktan çekinmesi.Bir taraftan garipsesem de bir taraftan da kendi yaşamımda verdiğim tepkilere bakarak daha normal buluyorum bu durumu. Tüm yeniliklerimize, başlattığımız devrimlere tarım, sanayi, dijitalleşmeye rağmen, değişimi benimseme konusunda her zaman yavaş olduk. Burada değişimin yönü konusunda bir vurgu yapmak gerekli. Değişim iyi yönde mi kolay kötü yönde mi! Yön değiştirmekte zorlanan bir gemi gibi direniyoruz, tanıdık olana tutunuyoruz ve değişim akıntılarına karşı koyuyoruz. Ama neden? Ateşi kullanmayı ve insanları uzaya göndermeyi başaran bir tür, nasıl oluyor da kendi yolunu değiştirmekte bu kadar zorlanıyor?Binlerce yıl önce, ormanın kenarındaki küçük bir köyde hayal edin kendinizi. Burada bir grup insan, atalarının yaptığı gibi yaşıyor. Avlanıyorlar, topluyorlar, basit kemik ve taş aletler oyuyorlar. Hayat zor, ama tahmin edilebilir.Bir gün, meraklı bir köylü, taşı farklı bir şekilde şekillendirmenin yolunu, avlanmak için daha keskin ve etkili bir araç bulur. Heyecanla köye döner ve bu keşfi paylaşmak ister. Fakat şaşkınlıkla, köyün yaşlıları bu fikri reddeder. “Biz işlerimizi hep böyle yaptık,” derler. “Neden değiştirelim?” “Başımıza icat çıkarma!”Yaşlılar aptal değiller; temkinliler. Hayat tarzları, zor olsa da nesiller boyunca işe yaramış. Onlar için değişim risk demektir. Yeni araçlar beklenmedik sonuçlar doğurabilir, yeni gelenekler dikkatle korudukları dengeyi bozabilir. Gelenek, geçmişteki deneyimlerle örülmüş bir güvenlik ağıdır. Tanıdık, bilinen ve tehlikelerle dolu bir dünyada, tanıdıklık rahatlık getirir.Bu değişim direnci, yüzyıllar boyunca insan toplumlarını şekillendirmiştir. Atalarımız, çok fazla yeniliğin dünyalarının hassas dengesini bozabileceğinden korkuyorlardı. İmparatorluklar yükselip düşerken bile, bu içgüdü varlığını sürdürdü. Düz dünyanın tartışmaları veya matbaanın şüpheyle karşılanması gibi olaylar, değişimin her zaman direnişle karşılandığını çünkü bildiğimiz düzeni bozduğunu gösterir.Zamanı ileri saralım, Keşif Çağı’na. Dünya, ya da en azından bilinen kısımları, genişliyor. Denizciler keşfedilmemiş sulara açılıyor, yeni topraklar buluyor ve tanımadıkları insanlarla karşılaşıyorlar. Ancak birçok kişi için bu yeni dünya korkutucu bir ihtimaldir. Bazıları denizden bile korkuyor, derinliklerinde canavarların yaşadığına inanıyorlar. Diğerleri karşılaştıkları insanlardan korkuyor, farklı gelenekler ve yüzler kaygı uyandırıyor.Sadece fiziksel bilinmeyen değil, adım attığımız bilinmeyen topraklar korkutuyor bizi kuralların farklı olduğu, sonuçların belirsiz olduğu yerler. Köylülerin geleneklere tutunması gibi, toplumlar da radikal olarak yeni bir şeyi kucaklamakta tereddüt ediyor çünkü göremedikleri ya da öngöremedikleri şeylerden korkuyorlar.Bu korku modern dünyada hala var. Evlerde elektriğin kabul edilmesinin, ya da daha sonra internetin ne kadar uzun sürdüğünü düşünün. Her yeni icat, nihayetinde dönüştürücü olsa da başlangıçta şüpheyle, hatta bazen açık bir düşmanlıkla karşılandı. Birçok insan için bilinenin rahatlığı, bilinmeyenin getireceği olası faydalardan çok daha ağır basıyor. Sadece başarısızlıktan değil, anladığımız gerçekliğin çözülmesinden de korkuyoruz.İnsanlar sadece bireyler değildir; daha büyük toplulukların, ailelerin, toplumların, ulusların bir parçası. Ve burada, değişimin önündeki en büyük engellerden biri yatıyor. Bir birey yeni bir fikri kucaklamaya hazır olsa bile, topluluk onları geri çekebilir.1950’lerde büyüyen, cinsiyet rollerini sorgulayan bir çocuk düşünün ya da 20. yüzyılın başlarında medeni haklar hakkında radikal fikirlere sahip birini. Kişisel olarak değişime inanabilirler, ancak yaşadıkları toplum buna hazır değildir. Kolektif ivmenin ağırlığı muazzamdır. Bir toplumun tamamını yeni bir yöne çevirmek için büyük bir momentum gerekir, tıpkı denizde devasa bir gemiyi döndürmek gibi.Büyük çalkantılar zamanında, değişim hızlı olabilir. İmparatorlukların çöküşü, devrimler, savaşlar. Ancak yine de gerçek dönüşüm genellikle onlarca yıl, bazen yüzyıllar alır. Örneğin, medeni haklar hareketi 1960’larda başlamadı ya da bitmedi; bu, uzun, yavaş bir sürecin parçasıydı ve hala devam ediyor. Toplumlar, bir kez belirli bir yönde yuvarlanmaya başladığında, rotalarını değiştirmek için muazzam bir çaba gerektirir.Yine de geleneğin ağırlığına, bilinmeyen korkusuna ve kolektifin ivmesine rağmen, insanlık değişir. Evet, yavaşça, ama değişim gelir. Sonuçta, tarih nehri akmaya devam eder. Zamanla, taşlar aşınır, eski yollar yıpranır ve yeni manzaralar ortaya çıkar.Bugün gördüğümüz değişimlere bir bakın: iklim değişikliği konusunda artan farkındalık, toplumsal yapıları yeniden hayal etme ya da yapay zeka gibi yeni teknolojilerin yükselişi. Birçok kişi bu değişimlere dirense de değişim, yavaş olsa da kaçınılmazdır.Belki de insanlığın değişime isteksizliğinin hikayesi, bir başarısızlık ya da zayıflık değil, bir temkin ve hayatta kalma hikayesidir. İlerleyişimizin hızı, sonuçları anlamadan yeni geleceklere körü körüne atlamamızı engellemiştir. Biz, bir anlamda, sabırlı gezginleriz, yavaş hareket eden ama bunu yaparken kasıtlı olan. Bu yüzden, kendi belirsiz geleceğimizin eşiğinde durup, zaman nehrinin akışını izlerken, değişime direnmemize rağmen, en önemli anlarda adapte olabilme yeteneğine sahip olduğumuzu hatırlamaya değer. Geçmişimiz, tereddütlerimize rağmen, dünyayı yeniden şekillendirmeye hazır bir tür olduğumuzun hikayesini anlatır.