Geçenlerde ilgi ve ihtisas alanım olması sebepli katıldığım akademik bir panelin başlamasını beklerken kafamda beliren bazı düşünceleri biraz burada dillendirmek istiyorum. Aslında o günden aklımın kapı zilini çalıp kaçan o düşünceleri burada yazarak geliştirmek, toparlamak olacak bu.
Olur ya, bazı düşünceler vardır henüz bir yerlerde söze dökülmeden veya bir sayfada, kağıtta somutlaşmadan, insanın kafasında belirip gökyüzündeki bulutlar gibi geçen giden ara ara… Benim için de bu konu onlardan biri.
Kalabalıklar, kitleler, topluluklar, cemiyetlerle insanın hayat boyu ilişkilenme biçimi (bu ayrıca bir zorunluluk ve sorumluluk) beni her daim heyecanlandıran bir konu olmasının yanında, zaman ilerledikçe bu mevzuya dair bakış açımın bir hayli değiştiğini fark ediyorum son yıllarda. Şöyle ki, daha genç olduğum zamanlarda örgütlülüğü ve örgütlü davranışları, çoğulu önemseyen bir düşüncedeyken; artık bunu idealize etmekten uzak fikirlere savruldum. Bunun tabii birtakım ampirik gözlemler kadar, şahsi tecrübeler ve kanaatler neticesinde geliştiğini inkar edemem.
Sosyalizasyon süreci, bana göre sadece iletişim kabiliyeti ve donanımı sebebiyle diğer canlılardan farklı ve üstün insan hayatı için olmazsa olmaz bir unsur. Bu unsurun hayatiliğini sorgulayacak değilim; fakat günümüzde insan ilişkilerinin aldığı biçim beni mevzuya eleştirel bakmaya zorluyor.
Bugün hangi niyetle, arzuyla ve hatta mecburiyetle herhangi bir cemiyetin içine dahil olsanız, göreceğiniz yapaylık ve hakikatten uzaklaşmış üst kimlikler, insanı, bir topluluk içinde var olmaktan ziyade o vasatlığa inmemek için ilgili çemberin dışında, dışarısında kalmaya itiyor. Bir süredir bir sebeple içinde bulunduğum her türlü topluluk ve cemiyet içinde hissim bu tür bir yabancılaşma. Muhtemelen yalnız da değilim.
Elbette bahsettiğim türde bir vasatlık ve yozlaşmanın çoğu şey gibi topluluk kültürüne de sirayet etmesinin birçok dışsal sebebi var. Her birine değinmeye kalksam bu yazıdan çıkamayız. Ayrıca zaten bu köşede yazdıklarım veya gündemime aldıklarımla ister istemez ucundan bucağından temas ediyorum kaynaklarına. Ancak Türkiye’nin sosyolojisi özelinde konuşacak olursak, ben bunu daha çok evvela birey olamayışımıza bağlıyorum. Birey olamayanların henüz insan olmanın hayat boyu süren bir serüven olduğu bilincinden yoksunken kalabalıklar içinde çabucak, en kolay ve zahmetsiz şekilde görünür olmaya çalışmalarının (ve bunu “var olmak”, “kendini gerçekleştirmek” sanmalarının) bir sonucu aslında cemiyetlerde, topluluklarda gördüğümüz bu vaziyetler hep.
Zamanın (Fransız hekim, aynı zamanda başarılı bir antropolog ve sosyolog olan) Gustave Le Bon’un bir asrı aşkın süre önce kitleler üzerine yaptığı tahlil ve tespitleri her seferinde daha da haklı çıkarışını kendimce deneyimlerken, diğer yandan kitlelerin rasyonel de davranabileceği inancımı koruyorum. Her ne kadar bu idealist veya hayalperest bir yaklaşım olsa da, bunun insanlık ve insanca yaşam mücadele gerektiren her tür mesele için korunması gereken bir inanç olduğunu düşünüyorum; insan sevmeyen bir insan-sever olarak…Benim nazarımda her ne olursa olsun, ne tür hayal kırıklıklarına yahut kötülüklere uğrarsak uğrayalım hayatlarımızda, insana yine insan gerek! Var oluşumuzun bireysellik temelinde gelişmesi demek başkalarını dışlamak, başkalarının varlığını görmezden gelmek, sadece kendimizi önceleyen bir bencillikte olmak demek değil. Kastettiğim; kendini tanımak, kendimizle yüzleşme cesaretinden kaçmamak ve yaşantımız boyunca her daim öğrenci kalacağımızın ayırdında olmak gibi sorumlulukları kapsıyor.
Sağlıklı kitleler ve kitle davranışları adına umutlu olmanın, umutlu kalabilmenin yolu da en başta ebeveynlerin evlatlarının bireyselliğini geliştirmelerine açık pencere bırakmalarından başlıyor.