“Hicaz”, kelime olarak Arapça’da “engel, bariyer” anlamlarına gelmesiyle birlikte alaturka müzikte dügâh perdesinde karar kılan bir makam. Ah bir de, Cem Sel’in yönettiği üçüncü oyun. Geçtiğimiz günlerde ekibin tam yüreğinden kopup Başkent seyircisiyle buluşan “Hicaz”, daha en baştan kanunun ince melodileriyle Sezen Aksu’nun “Tutuklu”su çalıyorken siyah beyaz hatıraların tozlu çerçevelerine vuran o mavi ışıkla bir Pazartesi akşamına en zarifinden işliyor hüznü, yorgunluğu, yolculuğu…
Bir ömrün ‘hicaz’ makamında yolculuğu… Evet, hayatı boyunca mücadele etmek zorunda kalmış bir kadın, kendi yolculuğunu yeni bir yolculuğa çıkmadan hemen önce anlatıyor bizlere, “Hayatımın bir kamyon kasası kadar olduğunu düşünmemiştim. Koskoca evi sığdırdılar bir kamyona, 35 yılı… Bence arada bir taşınmalı insan”
Bana kalırsa yönetmen olarak bir tarz bulup benimseyebilmek çok kıymetli. Cem Sel’in oyununa gittiğinizde ne izleyeceğinizi az çok tahmin edebiliyor, kendinizi hüzne de, yolculuğa da, mücadeleye de daha sahneye yürürken hazırlıyorsunuz. Eğer erken gittiyseniz, bu tatlı ev sahibinin oradan oraya koştururken hoş geldiniz dercesine gülümsediğini görecek, oyunun ne denli yürekten kopma olduğuna bir kez daha ikna olacaksınız. Oyun öyle içlerine sinmiş ve hikaye öylesi yüreklerine işlemiş ki ekibin ışıltısı gözümü aldı akşam akşam, hay Allah.
Diyebilirim ki Cem Sel’in bir önceki oyunu ‘Kûn’deki küvet metaforu yerini üstü eski fotoğraflarla dolu bir sandığa, duvarları kaplayan aynalar yerini çerçeveli siyah beyaz fotoğraflara, bir kadının delirme hali ise bir başka kadının günlerinin, aylarının, yıllarının, hayatının yorgunluğuna bırakmış. Bir erkeğin kadın ruhundan nasıl bunca anlayıp böylesi başarılı işleyebildiği ise her oyunda bir kez daha merak konusu.
“Ben senden sonra hayatı biraz boşladım” diyor, ana karakterimiz kaybettiği eşi Korkut için, “Nefes aldım yaktı.” Hepimize kayıplarımızı, alamadığımız nefesleri anımsatıyor. Acının işlediği yarım yamalak, tam manasıyla göğse dolmayan nefesleri, sonsuz bir kaybın boşluğunu ve o boşluk hiç dolmasa da içinde nasıl çiçekler yetiştirebileceğimizi… Mehtap Öztepe gerek acıyı anlatırken, gerek acısıyla alay ederken, gerekse yeniden ayağa kalkışlarından dem vururken; sahnede öylesi devleşiyor ki arkasında yüreği kocaman bir ekip var, hissediyorsunuz. Tebrik etmek düşer.
Oyun, bir salonda geçiyor. Karakterimiz başlıyor koca bir ömrü önümüze dökmeye. Yer yer ölen kocasıyla konuşuyor, yer yer kendisiyle, yer yer çok özlediği babasıyla, yer yerse “Gönlüm soğuktu anneme, galiba hala da öyle” dediği annesiyle… İnce bir zekanın ürünü olarak, kimi anlatsa sahne ışığı onun fotoğrafının olduğu eski püskü çerçevelerden birine düşüyor. Karakterimiz olan biteni anlatıyorken, zihnimiz o fotoğrafı evirip çeviriyor. Aramızda kalsın, Cem’den öğrendim, duvardakilerin tamamı oyuncumuz Mehtap Öztepe’nin aile fotoğraflarından oluşuyormuş. Ne kıymetli…
Öztepe, ilkgençlik heyecanlarını yeniden diriltirmişçesine beyaz, dantelli bir elbiseyle çıkıyor karşımıza. Ama kostüm karaktere öylesi bir hava katmış ki aynı zamanda nasıl mağrur, tecrübeli, engin… Sanki eski gelinliğini almış, kaybettiği eşinin hatırasını anmak üzere, o kamyonun ardından el sallamak için öylesine geçirmiş üstüne. Bu konuda elinin değdiği yeri çiçeklendiren Canım Gökçe Şener’i de tebrik etmek lazım. Bir kostüme alt metin verebilmek kolay olmasa gerek. Öyle ki karakterimiz sanki hastalığıyla iflas eden bedeniyle birlikte uğurluyor içindekileri de. O taşınma merasimi bir tür uğurlamaya dönüşürken “Kavuşmak için el salladım” diyor, “Yakında kavuşacağız”
35 yıl heyecanıyla, tutkusuyla, travmasıyla, hüznüyle bir kamyona nasıl sığar, peki ya bir tiyatro sahnesine? Bir yorgunluk adeta ‘Hicaz’ makamında nasıl bunca zarif işlenir… “Hicaz” içimizden birinin hikayesini dinlemeye davet ediyor, en makyajsız haliyle.