Üzerinden 50 yıl geçmiş, nasıl bilelim!

O fotoğrafın sahibi kim? Bu soruyla başlamıştım perşembe günü yazdığım yazıya. O yazının konusu ise 50 yıl önce çekilmiş çok ünlü bir fotoğraf ile ilgiliydi. Dilerseniz, henüz yazının başındayken eğer okuma fırsatınız olmadıysa, o yazıyı okumanızı öneririm.
AP fotoğrafçısı Nick Ut’un 1972 yılında çektiğini bildiğimiz “Napalm Kızı” adlı fotoğraf, bugün “The Stringer” adlı bir belgesel ile tartışmaya açıldı. Fotoğrafın aslında kendisine ait olduğunu öne süren, Amerikan eğitimi almış bir savaş fotoğrafçısı ve görüntü yönetmeni olan Nguyen Thanh Nghe, bu belgeselde iddialarını kanıtlamaya çalışıyor.
1972 yılında o fotoğraf çekildiğinde ben henüz dünyaya gelmemiştim. İlk fotoğraf makinemi 1980’lerin sonunda elime aldım. O gün, o makine beni etkilemiş olacak ki aklımdaki yapmak istediğim birkaç meslek arasındaki yerini aldı. İlk fotoğraf makinem ise 1990 yılında aldığım kompakt bir modeldi. 1990’ların başında izlediğim Ateş Altında filmi, savaş foto muhabiri olma kararımı pekiştiren bir yapım oldu.
Hep bahsederim, foto muhabirliği bir fırsat mesleğidir. Fırsat önünüze de gelebilir, o fırsatı siz de yaratabilirsiniz. Bu durumu iyi yönetebilirseniz savaş foto muhabiri olabilirsiniz. Peki, savaş foto muhabirleri sadece savaşa mı gider? Hayır, tabii ki! Ancak savaş, bu mesleğin en ekstrem çalışma alanıdır. Savaşın gölgesini de derecelendirebilirsiniz: ön cephe, cephe arkası ve yaşam alanı. En ön cephe tamamen risk bölgesidir. Orada ölme ihtimaliniz çok ama çok yüksektir.
Günümüzde herkes birçok kanaldan birbirine fotoğraf gönderebiliyor. Foto muhabirleri de benzer iletişim kanallarını kullanıyor. Ancak geçmişte işler bugünkü kadar hızlı, kesin ve kolay değildi. İşler sandığınızdan çok daha zor, yavaş ve belirsizdi.
YouTube kanalımda, Türkiye’de çalışmış veya hâlâ çalışan 100 foto muhabiri ya da fotoğraf çekmiş muhabir ile gerçekleştirdiğim bir belgesel serisi var. Onların anlatımları sayesinde 1960’lardan günümüze bu mesleğin nasıl yapıldığını, hangi şartlarda çalışıldığını ve fotoğraf teknolojisinin nasıl geliştiğini ilk ağızdan dinleme imkânına sahip oldum. Eğer ilginizi çekiyorsa, bu röportajları ve anıları dinlemenizi öneririm.
Filmler 50 yıl önce nasıl gönderiliyordu?
Şimdi, 50 yıl öncesinde siyah beyaz film kullanılan bir dönemden bahsediyoruz. Eğer büronuzdan uzak bir yerdeyseniz, bir foto muhabiri olarak karanlık odaya girip filminizi kendiniz yıkayamaz, kontak baskı üzerinden veya ışıklı masa üzerinde negatiflere bakarak yayımlanmasını istediğiniz fotoğrafı seçemezdiniz. Bunun yerine filmlerinizi bir ulaşım aracı ile gönderirdiniz. Sizin adınıza bürodaki karanlık oda çalışanları ve fotoğraf editörünüz bu işlemi yapar ve fotoğrafı seçerdi.
Temel olarak, bu işin nasıl yapıldığını anlattıktan sonra önemli bir noktaya değinmek gerek: Aynı bölgede görevli foto muhabirleri filmlerini birlikte ve aynı ulaşım aracı ile göndermek durumundaydılar. Bu ulaşım araçları otobüs, uçak olabilir ya da Kıbrıs Savaşı’nda olduğu gibi askerler bu görevi üstlenebilirdi. Cephedeki gazetecilerden filmleri toplayarak, her birini ayrı zarflara koyup Türkiye’ye ulaştırırlardı. Ben de Marmara Depremi sırasında, fotoğraflarımı gazete büroma ulaştırabilmek için bize yardımcı olmak isteyen bir gönüllüden destek almıştım.
Asıl sorun şimdi başlıyor.
İlk olarak, karanlık odada filmleri yıkayacak kişi bu zarfları ayrı ayrı yıkamazsa ve ayrımı düzgün yapmazsa, fotoğrafçı ilk karede filmin kendisine ait olduğunu belli edecek bir kare çekmediyse (örneğin, kendi portresini veya isminin yazılı olduğu bir nesnenin fotoğrafını çekmediyse), editörün işi çok zorlaşır. Yanlış imza ile bir fotoğrafın yayımlanması oldukça olasıdır.
İkincisi ise biraz daha hoş olmayan bir konu. Şimdi yazacaklarım benim hayal ürünüm değil; zamanında yaşanmış olaylar:
Zarfların teslimi sırasında karışıklıklar yaşanabiliyordu.
Ulaşım araçlarının önü kesilip, filmler başka isimlerle başka bürolara gönderilebiliyordu.
Boş filmlerle değiştiriliyor veya filmler açılıp yakılarak tekrar sarılabiliyordu.
Yukarıda bazı örnekler vererek durumu açıklamaya çalıştım. Filmin başına ne geldiğini kanıtlayamıyorsanız, üzerinden 50 yıl geçtikten sonra bunu çözmeniz çok daha zor hale gelir. Filmlerin bir ömrü vardır. İyi korunmazsa deforme olur, iyi arşivlenmezse kaybolur ya da binlerce fotoğraf arasından o kareyi bulmanız neredeyse imkânsız hale gelir.
Üzerinde tartışılacak bir materyal olmayınca da iddiaların kanıtlanması imkânsızlaşıyor maalesef.