Toplumsal cinsiyet eşitliği

Ardımızda bıraktığımız cumartesi günü, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ydü. Öncelikle bir kadın olarak ama en önemlisi insan olarak yaşadığımız toplumda cinsiyet eşitsizliğini yaşamadığımız, gözlemlemediğimiz bir an yok ne yazık ki. Haliyle de toplumsal cinsiyet kavramını sadece 8 Mart’ta değil, her an düşünüyor, kadın ve erkeği eşit görmeyen eril dünyanın doğru olmayan ezberini ortadan kaldırmanın yollarını arıyoruz.
Bu köşede de sıklıkla içerisinde bulunduğumuz toplumda dezavantajlı grupların seslerine, haklarına yer vermeye çalıştım elimden geldiğince. Daha önce de değindiğimiz “toplumsal cinsiyet” kavramının bir kez daha altını çizelim beraberce. 
Toplumsal cinsiyet kavramını düşünürken, Simone de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünü anmamak mümkün değil. 
Simone de Beauvoir, bu sözüyle, toplumsal cinsiyet rolleriyle doğmadığımızın, bütün bu rollerin, yaşam içerisinde, hatta neredeyse bebekliğimizden itibaren önümüze sunulanlarla bizlere yüklendiğini ifade etmektedir. 
Toplum kadın ve erkeklere her zaman farklı davranmaktadır, her ikisinden beklentileri hep farklı olmuştur. İnsan olma noktasında kadın ve erkeği bir görüp, aynı sorumlulukları ve görevleri yüklemek yerine, kadınlara farklı sorumluluk ve görevler yüklemiş, erkeklere de kadınlardan beklediklerinden farklı sorumluluk ve görevler yüklemiştir. 
Bu farklı beklentiler durumunu sadece yetişkinlerde değil, küçük çocuklarda da gözlemekteyiz.
 Toplum erkek çocuklarına sürekli güçlü, sert olmalarını ve özellikle de kız arkadaşlarına karşı korumacı olmaları gerektiğini öğütlerken, kız çocuklarına sürekli şefkatli, anlayışlı ve anaç olmaları öğütlemektedir. 
Toplum tarafından cinsiyetlerine dair dayatmalarla büyütülen çocuklardan, yetişkinliklerinde de kendilerine öğretilen çerçeveden çıkmadan hayatlarını sürdürmeleri beklenir. Çizilen bu çerçeve, sadece evde ve okulda değil, yaşadıkları mahallelerde sunulmaz bireylere, aynı zamanda bu davranış modellerinin pekişmesi konusunda kitle iletişim araçları da oldukça etkilidir. İzlediğimiz filmler aracılığıyla, toplumun kadınlardan ve erkeklerden beklediği roller sürekli pekiştirilmektedir. 
Ne yazık ki kitle iletişim araçlarından biri olan sinemada da, reklamlarda da, toplumsal cinsiyet rolleriyle hassasiyet yerleşmemiş, bu konuda toplumun bilinçlenmesini amaçlayan senaryoların çekimi, aksi yönde olanlara göre oldukça az kalmıştır. Kadınlar bu mecralarda da, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi eril dünyanın onları geri plana atma sorunsalıyla karşı karşıya kalmışlardır.
Peki bu eril dilin hakim olduğu ezberi bozmak için ne yapmalı, nereden başlamalı? 
Toplumsal cinsiyete dair yapılan tüm çalışmaların amacına ulaşabilmesi için, kullanılan dile dikkat etmeli, sözcüklerimizi cinsiyetsiz ve özellikle de şiddetsiz bir şekilde seçmeye özen göstermeliyiz. Her fırsatta kadınların ve erkeklerin birbirinden farklı olmadığının, her alanda eşit olduklarının bilinciyle hareket etmeliyiz. 
En önemlisi de bu eril dünyanın önümüze koyduğu ve eşitsizliği sürekli pekiştiren toplumsal cinsiyet rollerini reddetmeli, insan olma çatısı altında buluşabilmeliyiz.