Konuşmadan Kaybolmak

Bazı sessizlikler var, insanı bağırmaktan daha çok yoruyor. Söylenmemiş sözlerin, yutulmuş cümlelerin ağırlığı öyle birikiyor ki, bir noktadan sonra artık ne konuşmak istiyorsun ne de susmak. Arada kalıyorsun. İnsanın kendi içine çekilmesi bile bir tercihten çıkıyor, bir zorunluluğa dönüşüyor. “Beni anlamadılar” demiyorsun mesela, “Anlatamadım” diyorsun. Çünkü çoğu zaman kelimeler, içinden geçeni taşımaya yetmiyor. Duygularını tam anlatacak bir dil henüz icat edilmedi gibi hissediyorsun.
İlişkilerde de böyle olmuyor mu zaten? Bazen iki kişi yan yana duruyor ama aralarında bir çöl var. Ne birbirine uzanabiliyorlar ne de geri dönebiliyorlar. İki iyi niyetli insan, birbirini sevmekten vazgeçmeden, birbirini anlamaktan vazgeçiyor. Ve en çok orada acıyor içi insanın. Kötü bir şey yaşanmadı, kimse kimseye bağırmadı belki ama o kırılgan sessizlik gelip çöktü aralarına. Bir şey yapmadığın halde suçlu hissediyorsun. Çünkü yavaş yavaş uzaklaştığını hissediyorsun ama elinden bir şey gelmiyor.
Biz galiba birbirimizi kaybetmeden kıymet bilmeyi öğrenemedik. Hep bir şeyin bitmesi, eksilmesi, dağılması gerekiyor fark etmek için. Oysa belki de en büyük kırılma, her şey hâlâ yerli yerindeyken içimizde başlıyor. Yanındayken bile özlemek ne garip değil mi? Sesini duyarken bile anlaşılmamaktan yorulmak… İşte en çok bu tür yorgunluklar insanı susturuyor. Ve bir kez sustun mu, sonra yeniden konuşmak için cesaret toplamak bazen yıllar alıyor.
Belki de bu yüzden en çok şunu öğrenmemiz gerekiyor: Herkes konuşmak istemeyebilir, herkes suskunluğunda aynı şeyi yaşamıyor olabilir. Ama anlayış, bazen susana “konuş” demeden yanında durmaktır. Varlığınla destek olmaktır. Çünkü bazı insanlar sadece dinlenmek ister. Konuşarak değil, gerçekten dinlenerek… Ve bazen tek bir cümle değil, sadece orada olman yeter.