Dar, taş döşeli bir sokak. Her iki yanında sıvaları dökülmüş, ahşap cumbalı, yorgun ama dirençli eski Ankara evleri. Evlerin çoğu terk edilmiş gibi görünse de bazı pencerelerde çiçekli tül perdeler hâlâ dans ediyor rüzgârla. Duvarlarda, güneşle ağarmış Arapça, İbranice, Osmanlıca karışık eski yazıların izleri silik de olsa seçilebiliyor. Sokak yukarı Kale’ye doğru kıvrılıyor. Güneş yavaşça batarken, yokuşun en üstündeki sinagogun solmuş taşları turuncuya boyanıyor. Işık, sokakların arasına ince uzun gölgeler bırakıyor. Sokağın bir köşesinde, yokuşun alt tarafına yakın, eski bir ahşap kapının önüne bez yaymış yaşlı bir adam oturuyor. Saçları bembeyaz, yüzü güneşten çatlamış. Yalnız ama alışkın bir sessizlik içinde. Önünde dizili renk renk plastik leğenler, tabaklar, oyuncak arabalar… Hepsi ucuz, hepsi parıldıyor gün ışığında. Arkasında eğreti duran bir karton kutunun içinde “50 TL” yazısı. Adamın yüzünde sabır ve geçmiş zamanların izleri var. Her geçen çocuğa, her yürüyene “Bi’ bak hele!” diye sesleniyor. Bu ses, taş sokaklarda yankılanıyor; sanki geçmişte burada oynayan, burada yaşayan onlarca çocuğa, kadına, adama sesleniyor gibi… Sokağın ortasında, hafif yokuş aşağı doğru yürüyen iki çocuk var. Birinin üzerinde Fenerbahçe forması, diğerinde isimsiz gri bir tişört. Omuzlarına ellerini atmışlar, bir ağızdan bir şey söylüyorlar; muhtemelen popüler bir rap şarkısı. Gülüşüyorlar, biri ötekinin kulağına eğilip bir şey fısıldıyor, diğerinin kahkahası taş duvarlardan sekip gökyüzüne karışıyor. Ayaklarında tozlu spor ayakkabılar. Ellerinde pet şişe, yarısı boş. Geçerken plastikçi adama bakıyorlar, sonra aralarında “bak ne garip adam” dercesine gülüyorlar ama sonra bir oyuncak arabayı görünce duraksıyorlar. Belki bakıp geçiyorlar, belki de sessizce birini alıp tekrar yokuşa doğru yürüyorlar. Sokağın en üst köşesinde, arka planda, bir kadın silueti görünüyor. Başında ince bir yazma, elinde torbalar. Günlük hayatın sıradan ama derin dokusunu taşıyor. Tam kadraja girmemiş, ama varlığı hissediliyor, o da bu fotoğrafın ruhu gibi. Gün batımının yumuşak, altın rengi ışığı hem nostalji hem umut yüklü. Gölgeler uzun, zaman yavaş. Bu fotoğraf, hem geçmişin sesini hem bugünün nabzını tutuyor. Mahalle terk edilmiş değil; sadece suskun. Her köşe, bir zamanlar yankılanan dillerin ve hayatların fısıltısıyla dolu. O dar, taş döşeli sokakta, güneşin yavaşça duvarlardan çekildiği bir Ankara akşamında, elimdeki kamerayla durup sahneyi izliyorum. Aslında sadece bakmıyorum; dinliyorum, kokluyorum, hatırlıyorum. Bu sokak bana ait değil belki ama bir parçamı orada buluyorum. Her taşın, her çatlağın, her yıpranmış perdenin anlattığı bir geçmiş var. Sessiz ama bağırır gibi. İlk olarak çocukların gülüşü çarpıyor bana. O kahkaha, geçmişin suskunluğunu yaran bir bıçak gibi; eski Yahudi Mahallesi’nin üstüne çöken zaman tozunu bir anlığına havalandırıyor. Şu anı kaçırmamalıyım, ama bir yandan da sadece “çekmek” yetmiyor. Tanıklık etmek istiyorum. Plastik eşya satan adamla göz göze geliyorum. Bende kendinden bir iz görüyor mu? Belki ben de onun gibi bir kenarda, geçmişin yükünü omuzlayan biriyim. Belki ben de bir gün onun gibi olacağım, sadece izleyen, hatırlayan. Ama şu an elimde bir kamera var, elimde bir anlam üretme gücü. Onun ellerindeki plastik kaplar kadar sade, ama bir o kadar güçlü. Deklanşöre bastığım anda o artık sadece bir kare değil. Bu bir yokuşun hatırası. Bu iki çocuğun yarın unutacağı bir günün kalıcılığı. Bu, belki de torunlarına bile adını söyleyemeyecek o yaşlı adamın, taşların arasına sıkışmış sesi. Bir kareyle zamanı donduruyorum ama duygularım akıyor. Bu fotoğraf ne bir haber ne de bir estetik gösterisi benim için. Bu, “yaşanmış” ile “yaşanmakta olan” arasındaki ince çizgiye dokunmak. Ve orada bir an kalmak, hem fotoğrafçı hem insan olarak.
