Bir sabah uyanıyoruz ve o gün ne yapacağımızı, nasıl hissedeceğimizi, hatta ne düşüneceğimizi bile aslında biz değil, toplum belirliyor. Birileri için “iyi bir evlat”, “başarılı bir öğrenci”, “fedakâr bir eş”, “sabırlı bir anne” olmak zorundayız. Bazen bu rollerin içine o kadar sıkışıyoruz ki, bir noktadan sonra gerçekten kim olduğumuzu unutuyoruz.Çünkü başkalarının bizden beklentileriyle büyüyoruz. Sessiz olmamız alkışlanıyor, “uyumlu çocuk” deniyor. Kendi fikrimizi söylediğimizde ise “saygısızlık” olarak etiketleniyoruz. Böylece içimizde susturulan bir ses büyüyor yıllarca. Sonra o sesi kendimiz de duyamamaya başlıyoruz. Ne istiyorum, ne hissediyorum, kimim ben? Bu sorularla karşılaştığımızda cevapsız kalıyoruz.Toplum bizden sürekli bir “başarı hikayesi” istiyor. İyi bir kariyer, düzenli bir evlilik, kalabalık sofralar, mutlu fotoğraflar… Oysa bunların hiçbirinin içini dolduramıyorsak, sadece görüntüde var olan bir yaşamın içinde kayboluyoruz. Herkesin “nasılsın” sorusuna otomatik olarak “iyiyim” cevabı verdiği, ama içten içe kırık dökük hissettiği bir çağda yaşıyoruz.Kendi hayatını yaşamak, cesaret ister. Çünkü bu, bazen “hayır” demeyi, bazen yalnız kalmayı, bazen de konfor alanından çıkmayı gerektirir. Ama en çok da kendini tanımayı… İnsan neyi istemediğini fark ederek başlar dönüşmeye. Sonra küçük adımlarla kendine doğru yürür. O yol zaman zaman sessiz, kimi zaman da sancılı olabilir. Ama sonunda vardığın yer, sana aittir.Ve işte en çok orada güçlenir insan. Başkalarının hayatında değil, kendi hayatında anlam bulduğunda… Başkaları ne der korkusuyla yaşarken kendine yabancılaştıysan, şimdi tam zamanı. Kendine geri dönmenin, ne istediğini düşünmenin, sırf “iyi görünmek” uğruna yitirdiklerini fark etmenin zamanı.Unutma, kendi hayatını yaşamak bir lüks değil, bir hak.
