Şu bizim klasik belgesel anlayışının sanatı olur mu? E zaten görünene müdehale edilemez, edilirse belgeselden uzaklaşır, belgeselin de sanatı mı olurmuş dediğinizi duyar gibiyim. Peki daha evvel “kavramsal belgesel” diye bir yaklaşım duydunuz mu? Fotoğrafın söylem şekilleri her geçen gün bizi şaşırtıyor. Fotoğrafa bakma, anlama ve yorumlama pratikleri bir başka boyut kazanırken, haliyle klasik anlatım biçimleri de tarih oluyor. Bu değişimin ayak sesleri geliyor, ta klasik belgesel anlatımda dahi yankılanıyor. Belgeselin sanat ile sanat olmayan arasındaki belirsiz doğası yeni bir etkileşim alanı yaratıyor.
Fotokolektif’in aşina olduğumuz fikirleri farklı açılardan keşfetme arzusuyla yola çıkan Proje Geliştirme Grubu, bu kez bambaşka bir sergiyle karşımıza çıkıyor… “Kavramsal Belgesel” Sergisi için sanatçılar kendi belirledikleri amaçlı bir konu etrafında fotoğrafik serüvenlerini oluşturuyor. Sergide neler yok ki, hepimize biraz hakim olan arşivleme dürtüsü, buluntu albümler, gelenekselleşen takıntılar, hiç var olmayan kadınlar…
Fotokolektif kurucusu İsa Özdemir, ‘Kavramsal Belgesel’ yaklaşımın fotoğrafın sınırlarını genişlettiğini ifade ederek şöyle anlatıyor, “Kavramsal belgesel fotoğrafçılık, görsel sanatçıların belgelendirmenin ötesine geçerek kendi fikirlerini ortaya koydukları veya dijital araçları kullanarak sadece fotoğraf çekmek yerine fotoğraf oluşturdukları bir güzel sanatlar fotoğrafçılığıdır. Bu tür çalışmalar, belgesel ve kurgusal fotoğrafçılığın hibrit özelliklerini taşıyabilir ve genellikle gerçeklik kavramıyla yakından ilişkilidir. Kavramsal belgesel fotoğrafçılık, sanatçıların yaratıcı ifadelerini belgesel formatta sunma yolunda önemli bir alanı temsil eder.”
Sergiye giriyor her yeni sergide bizi bir kez daha şaşırtan Aykut Fırat’ın 24 kareden oluşan kavramsal belgesel eserini görüyoruz. Sol üstten başlayan karelerde bizi televizyonlar ve televizyon içerisinde konuşan yüzler karşılıyor. Her karede giderek televizyonun rengi daha da açılıyor ve nihayet yok olurken, burada bir yüz kalıyor. Fırat şöyle anlatıyor, “Bu yüz aslında biziz. Biz televizyonu izlerken, oradan zihnimize aktarılan mesajların kurbanı ve onun hegemonyası altına giriyoruz. Buna eleştirel kuram diyebiliriz. Hegemonya kuramında Antonio Gramscı şöyle söyler, ‘Artık güç kullanarak değil rıza ile zihni ele geçiriyoruz.’ Dolayısıyla rıza ile zihni ele geçirmek bir iletişim aygıtı olan televizyonla mümkün oluyor.” Öte yandan bu çalışmanın hemen altına George Orwell’in 1984’ünün kapağını iliştiren Fırat, şunları söylüyor, “George Orwell 1984’te 30-35 yıl öncesinden bugüne ışık tutuyor. Diktatoryanın nasıl oluştuğunu, insanların nasıl tek tipleştirildiği, insanları evlerindeki televizyonlardan dahi gözetleyebildiklerini içeren bir distopyadan bahsediyor. Hegemonya meselesini retorik olarak 1984 üzerinden kullanıp buradaki büyük fotoğrafı 2024’e bağlamak istedim. Sistem medyayı kullanarak bizi kendi metası haline, tek tip, kalıptan çıkmış yapay bir varlığa dönüştürüyor.”
HİKAYELEŞTİRMEK YERLERİ ‘GERÇEK’ KILARHer çalışmasına kendi naifliğinin izlerini gördüğümüz Burcu Aydın ise “Topografik Fotografik Hikayeler” isimli eseri hakkında şunları söylüyor, “Topografya, bildiğimiz üzere etimolojik olarak belli bir yerin anlatımı. İnsan ise topografyanın değişimine katkıda bulunan çok önemli bir etken. İnsan, bazı yerleri doldurup bazı yerleri boşaltırken, öte yandan da doğayı değiştirmeyi denemiş; doğaya karşı çıkmaya çalışmış. Zamanla doğanın geri dönüşü olmayan bozulmalara uğradığını görmüş, haliyle doğa ile yaşamanın bilincine varmak yeni çabası haline gelmiş… Sonrasında anlamlar yüklenmeye başlanmış. Bir mekan, kişi ve toplumlar için anlam taşıyorsa, bu toplum o yeri maddi olarak dönüştürdüğü için değil aynı zamanda hikayeleştirdiği için de… Diyebilirim ki hikayelerin ‘gerçek’e dönüştürme gücünü anlatmaya çalıştım.”
GELENEKSELLEŞEN TAKINTILAREda Güngör Korçak, babaannesinin aile albümünden kendisine kalan fotoğrafları çeşitli düzenlemelerle eserleştirdiği “Evleniyoruz, mutluyuz” isimli çalışmasından şöyle bahsediyor, “Bu aralar evlilik üzerine çok kafa yoruyorum. Çevremde inanılmaz fazla boşanan insan var, bir örneği de benim. Albümü ele geçirdiğimde evliliğin artık gelenekselleşen bir takıntı haline geldiğini düşündüm ve bunu sorguladım. Bakıyorum, insanların evlenme amaçları zaman içinde ciddi bir değişime uğramış, eski albümler bize bunu söylüyor fikrimce. Mutlu olmak veya olmamak bir mesele olmayı çoktan bırakmış. Evlilik, cinselliği meşrulaştıran ve tamamıyla televizyona bağlı bir yaşamlar formuna evrilmiş.”
‘O KARANLIK HİÇ GEÇMEDİ’Aslen Antakyalı olan Özgül Tüzüner, başta deprem bölgesinde fotoğraf çekmeye elinin hiç gitmediğini, ancak zaman içinde orayı belgelemesi gerektiğine inandığını anlatıyor ve şöyle konuşuyor, “Çekilen deprem fotoğrafları beni çok rahatsız etmişti. İnanılmaz bir duygusal sömürünün yanında, hep aynı görüntüler etrafında dönerek insanlarda bir kanıksama yarattıklarını düşündüm. Bir süre sonra insanlar bu görüntülere öylesi alıştılar ki gördüklerinde hızlıca geçmeye başladılar. Ben deprem sonrasını çalıştım. Belgeselin farklı bir alanı olan ‘geç fotoğraf’, olay sırasında değil olay sonrasında belgelemeyi amaçlar. Bu benim için ‘her şey düzeliyor’ algılarını yıkarak esasında deprem bölgesinde hiçbir şeyin değişmediğini gösterebilmek için önemliydi. 9-10 ay sonra memleketime tekrar gittim, fotoğraftaki insanların hepsi tanıdığım insanlar. Fotoğrafları çekerken onları duruşları hususunda hiç yönlendirmedim. İnsanları fotoğrafladığım yerler ise aylar önce evlerinin bulunduğu noktalar. Dikkat ederseniz ellerinde poşet var, hayata o poşetle devam ediyorlar. Gökyüzünü karanlık fotoğraflamak da tercihimdi. Deprem bir gece saati oldu ve inanın deprem bölgesinde o karanlık daha hiç geçmedi ve aynı şekilde devam ediyor.”
HİÇ VAR OLMAYAN DÖNEMİNİN TEMSİLCİSİ KADINLAR…Hemen köşede yer alan Gülizar Özmen’in 4 kadın sureti üzerinden boyut kazanan çalışmasını ise şöyle dinliyor, bu kadınların esasında hiç var olmadıklarını öğreniyoruz, “Çalışmamda dijital bir yöntem olan dop yöntemini kullandım. Dönemsel olarak kadını ve kadının güzellik algısını anlatmaya çalışmak üzere 4 kadın figürü verdim. Örneğin bunlardan bir tanesi geleneksel Türk kadını, 20 buluntu fotoğraf vb. arşivlerden geleneksel Türk kadını portresini birleştirerek hiç var olmayan ama döneminin temsilcisi bir kadın oluşturdum. Kadınlardaki bu kafa karışıklığı, güzelliğe olan düşkünlük nereye kadar sürecek ve nereye varacak, bunu düşündürmek istedim. Acaba ilerde kendimizi dilediğimizce çizip yaratabilecek miyiz? Çünkü teknoloji müthiş hızlı ilerliyor ve daha neler olabileceğini kestirebilmemiz olanaksız. Bunu kadınlar üzerinden anlatmaya çalıştım.”
BİR YAŞAMDIR O: RENÇBER HANEray Tırpanlı’ya ise ‘kavramsal belgesel’in ilhamını Ulus’taki terk edilmiş bir han olan Rençber Han veriyor. Rençber Han’a gittiği günü şöyle anlatıyor Tırpanlı, “Aslında aklımda bir proje fikri yoktu. Gezerken unutulmuş ve eşyaları bir köşeye yığdıklarını gördüm. Kafamda hikayeler oluşmaya başladı. Çekmeceleri karıştırdıkça eşyalardan bir yönetmenin, bir yazarın, bir hekimin hikayeleri canlandı Düz çekseydim bu bir belgesel olurdu, bir kavram gerekiyordu, dolayısıyla fotoğraflar ortadan yırtılıyor ve geçmişten gelen siyah beyaz bir görünümü de içeriyor, ‘kavramsal’a da böylece bir vurgu yaptım.”