Sevgili okurlarım; eylül ve ekim ayları; hüzün verse de severim. Çünkü en çok sonbaharların ve ayrılıkların getirdiği hüznü yüreğinde taşıyanlar tarafından paylaşılıyor, bu aylar.Yemyeşil baharı, rengarenk yazın geride kalmasının ardından sarının bin bir tonuna kucak açan bu aylar, insanların ruhunda garip bir sessizliğe yol açar.Bu ayların rüzgârı bile başkadır. Özlem kokar. Hüzün ve ayrılık getirir. Cemal Süreyya ne güzel anlatmış bu ayları.“Dedim ya, Eylül’dür, savruluşu bundandır kimsesizliğin”. Her gönül insanı yemiştir ömründe birkaç kez, Eylül’ün tokadını.Ceyhun Yılmaz ise “Adı sonbahar soyadı hüzün. Kimsenin yüzü yok gülümsemeye. Akşamlar erken gelir ve hazan gitmez. Bu Eylül dostsuz çekilmez. Ve bu konuda yüzlerce şiirler vardır.”*Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köyde Ceviz ağaçları yoktu, ben bu yüzden serinliğe hasretim” diye başlayan “Hikâye” adlı şiirinde olduğu gibi, ben de köyümün yok olmuş tüm özelliklerini, hep bu aylarda özledim.Dağların tepelerinden inen, kayalara çarparak uğuldayan, Fırtına Vadisi’nden salınarak akan, insanın ruhunu tazeleyen suyun sesi ile büyüdük.Ayder’in, sırt yaylanın, dahası Kaçkar’ın tepelerini yalayarak ormana inen, yaprakları okşayarak yayılan, yorgun yeşilin, güz kızılının kokusuyla yoğrulmuş rüzgârın sesi hayatımızın bir parçasıydı. Her ne kadar bölgedeki HES inşaatları yüzünden bu güzellikler yok oluyorsa da…Yaylaya gidenlere, sonbaharda dönenlere, göç yolunda çıkanlarla onları uğurlayanların birbirine karıştığı kuşların ve kuzuların sesi ile sabahları uyandım.Benim okumam için çırpınan, yırtık Trabzon lastiği ile köyden Ardeşen’e, 20. km yolda, sırtıyla odun taşıyan rahmetli anacığımı hatırladığımda, yüreğimde oluşan acılarla olgunlaştırır beni bu aylarda.Maddi durumu iyi olan arkadaşlarımın sırtındaki güzel montlara bakarak, “Keşke bende de olsa” dediğimi hatırlatır, sonbaharda. Almanya’dan köye gelen gurbetçilerin bana verdikleri 1 Mark’ın heyecanıyla yaşatır, çocukluğumun anılarında. Bayram günlerinde giyeceğim ve yastık altında ütülediğim yamalı pantolonla büyüdüğümü hatırlarım.Sarının, kırmızının tonlarına bürünmüş, her yapraktan dağılan hüznün, ayrılığın korkusuyla yaşarım Eylül’de.Sahilden, ya da büyük şehirlerden gelenlere, yurt dışındaki gurbetçilerimize, hayranlıkla bakarak büyüdüğümü hiç unutmam bu aylarda.Suyun, rüzgârın, sarp kayalara yağan karların, çobanlık yaptığım hayvanların çıngırak seslerinin, denizi andıran sise karıştığı anlarda, kuzularımı kaybederim endişeleri hala içimde.*Derin vadinin devasa kayalıklarından adeta püsküren Ayder’i, İnsanın içinden, derdi, tasayı alıp götüren billur renkli Fırtına’yı, çocukluğumda tuttuğum, günümüzde yok edilen kırmızı benekli alabalığı ve Dere mezrayı…Suya düşen yapraklar Mevlevi dervişler gibi semaya dönen buz gibi suyu oluşturduğu “Uzungöl’ü ”, Sümela’yı, Sultan Murat’ı özledim.Yıllarca muhabirlik yaptığım Trabzon’u, Uzun sokağı, Kunduracılar caddesini, paramız olmadığı için veresiye yemek yediğimiz Polat Usta’yı, Arafıl Boyunu, Erdoğdu’yu, Uzunkum’u ve yakın dostlarımı…Saf, temiz insanları, yok edilmiş ormanları, eski düğünleri, lambanın ışığında, kuzinenin etrafında yapılan sohbetleri, gerçek insanlığı, karşılıksız dostluğu, entrikasız yaşamı, imeceleri, yardımlaşmayı ve komşusu açken, tok yatmayanları…Ahşap kokuların sindiği ve yok edildiği 100 yıllık evleri. Mumla aradığımız hormonsuz gıdaları. Senetin olmadığı, verilen sözlerin namus olduğu, güven dolu mertliği özledim.Yaş kemale erince özlem başlıyor…
Recent Comments
Görüntülenecek bir yorum yok.