ANEVRİZMA II

İnsan hayatını bir anda sonlandıran aort anevrizmalarıyla ilgili, bir zamanlar televizyonda cevval bir haberci olarak tanıdığımız İrep Çakır’ın kocasının yıllar evvelki hazin ölümü haberi çıktı karşıma geçen hafta. 
İrep Çakır’ı 1990’lı yıllarda bir kadın saha muhabiri olarak tanıdık. Filistin’den, en korkunç zamanlarında Afganistan’dan, Irak’tan yayınlar yaptı. Kadın olmanın ardına saklanmayan cesur duruşu hoşumuza giderdi. Sonra ortadan kayboldu. Hayat binlerce şeyle dolu, çoğumuz gibi ben de o acar kadına ne olduğunu pek aklıma getirmedim. 
Geçen hafta öğrendim ki görevlere gittiği kameraman arkadaşıyla evlenmiş ve Kanada’ya yerleşmişler. Üç çocuk sahibi olmanın adrenalin olmadan yapamayacakların hayatlarına göre olmadığını düşünürüz ama onlar zamanımıza göre geniş sayılabilecek bir aile kurmuşlar. Ama Kanada’da işler pek kolay gitmemiş. İrep Çakır UBER şoförlüğü bile yapmış.
Derken bir kara haber gelivermiş; kocasında dördüncü evre küçük hücre akciğer kanseri olduğu anlaşılmış.  Çok hızlı bir tedaviye başlanmış. Altı seanslık altı ay sürecek bir kemoterapi tedavisine ve kanserin çaresizliği içinde kenevir tedavisi gibi alternatif çözümlere sarılmışlar. Kemoterapi bitince Türkiye’ye dönüp tedaviye burada devam etmeyi kararlaştırmışlar. 
İlk üç ayda üç seanslık kemoterapi sonunda doktorun ertesi gün vereceği raporu heyecanla bekledikleri gece kocası öksürerek ve kan kusarak uyanmış. Öyle kan kusmuş ki her yer kan olmuş. Oysa akciğer kanseri böyle öldürmez, süründüre süründüre yok eder. İrep Hanım 911’i aramış ve bir kadın için dünyanın en zor şeylerinden birisini, yardım gelene kadar kocasını kalp masajıyla hayatta tutmayı denemiş. Hem de en büyük çocukları, 14 yaşındaki oğlu kapıdan olanları seyrederken… Gelen 911 ekibinin yarım saatlik çabası da sonuç vermemiş ve eşini kaybetmiş.
Kocasının neden öldüğünü ertesi gün açıklayan doktorun teşhisi İrep Çakır ve eşiyle tanışmamış olan beni bile böldü, parçaladı. Meğer Ersin Çakır kanseri yendiği için ölmüş. İlk üç kemoterapiden sonraki durumu anlatan, kendisinin göremediği o raporda kanser tümörünün tahminlerin çok ötesinde küçüldüğü yazıyormuş, yani kanser tedavisi fazlasıyla başarılı olmuş. Ama sıkıntı şuymuş: Tümör meğer aortu da sarmış. Küçülürken aort damarıyla arasında bir boşluk yaratmış ve aort yırtılmasına neden olmuş. Damarlar ardı ardına patlamış, kanseri yenmiş olan Ersin Çakır küçülmüş tümörün yüzünden yırtılan kan damarları yüzünden göçüp gitmiş. Başında Sırrı Süreyya Önder’in ameliyatına giren beş cerrah olsa bile yırtılan damarlar onarılamayacakmış.
Nasıl bir tuhaf makinedir vücudumuz? Sırf çok zor bir kanser türünü yendiği için damarları birbiri ardınca patlayarak, kendi kanında boğularak ta ölünürmüş demek ki. Kanseri yenmese vücut, tümör hızla küçülmese daha uzun yaşanabilirmiş belki de…  Tedavimiz sandığımız şey, celladımızın ta kendisi olabilirmiş. 
Bazı meslekler vardır, sahibinin işini iyi mi kötü mü yaptığını gözlerinizle bile görebilirsiniz. Boyacı duvarı iyi boyamadı mı, düğün organizatörü harcadığınız onca paraya rağmen düğün salonunda iyi bir sinerji yaratamadı mı, kuaför istediğiniz saçı yapamadı mı hemen anlarsınız. Ama doktorluk bambaşka. Sadece dış kaportasını görebildiğimiz ama en değerli şeyimiz olan vücudumuzun içinde neler olduğunu biz değil doktorlar bilir ve onun koyduğu teşhise “Yok kardeşim hastalığım o değil, bu” diyebilme imkânımız hiç yok. Doktorluk ne zaman dünyanın en saygın mesleği olacak. İnsan vücudu denilen milyonlarca parametresi olan paha biçilmez makineyi en iyi onlar biliyor çünkü.