Bazen bir film yalnızca izlenmez, yaşanır. “Bir Cinayetin Tahlili” tam olarak böyle bir film. Mahkeme salonunun havasını solursunuz, jüriye bakar gibi bakarsınız karakterlere. Sadece ne olduğunu değil, neyin nasıl anlatıldığını da sorgulatan bir sinema deneyimiyle karşı karşıyayız. Amerikan hukuk sisteminin satır aralarına sızan sorularla, sadece suçun değil, insan doğasının da yargılandığı bu film, izleyiciyi üç saat boyunca derin bir dikkatle bağlayabiliyor kendine.Film, Michigan’ın küçük bir kasabasında geçiyor. Eski savcı, yeni serbest avukat Paul Biegler (James Stewart), bir gün şuh bir kadın olan Laura Manion’dan aldığı teklifle kocasının cinayet davasını üstleniyor. Teğmen Manion, karısına tecavüz ettiğini iddia ettiği bir bar sahibini öldürmüştür. Davada fiziksel kanıtlar, çelişkili ifadeler ve karakter sorgulamaları arasında gerilim hiç düşmez. Mahkeme süreci, klasik bir “katil kim” sorusundan çok daha derinleşerek, hukukla adaletin örtüşmediği anlara odaklanır.Başrolde James Stewart var ama filmde öyle bir oyunculuk dengesi kurulmuş ki, George C. Scott gibi isimler de yer yer sahneyi domine edebiliyor. Lee Remick’in Laura Manion karakterine kattığı belirsizlik ise davaya olduğu kadar izleyiciye de yön veriyor. Arthur O’Connell, Eve Arden, Ben Gazzara gibi isimler, karakterlerini neredeyse belgesele yakın bir doğallıkla canlandırıyor.Yönetmen Otto Preminger, kamerasını hiçbir tarafa eğip bükmeden, mahkeme salonunun tam ortasına yerleştiriyor. Babası savcı, kendisi hukuk mezunu olan Preminger, bu filmi sıradan bir hukuk draması olmaktan çıkarıp, adeta sinema ile hukuku bir mahkeme salonunda yüzleştiriyor.Film yedi dalda Oscar’a aday oldu ama hiçbiri kazanamadı. Yine de gerek Venedik Film Festivali’nden aldığı ödül, gerekse Amerikan Barolar Birliği tarafından gelmiş geçmiş en iyi 25 mahkeme filmi arasında ilk beşe yerleşmesi, onun zaman içinde hak ettiği değeri bulduğunu gösteriyor. Duke Ellington imzalı müzikler, sadece atmosferi tamamlamakla kalmaz, mahkeme salonunun gerilimine cazın özgür ruhunu sızdırır. Üstelik Ellington, filmde küçük bir rolle de karşımıza çıkar.En çok sevilen sahneler arasında Paul Biegler’in jüriyi etkilemek için yaptığı sakin ama stratejik konuşmalar öne çıkar. “Dayanılmaz bir dürtüyle” işlenen suçun hukuk karşısında nasıl savunulabileceği sorusu, izleyicinin ahlaki pusulasını da sarsar. Film bir kitap uyarlaması: John D. Voelker’ın (Robert Traver takma adıyla) gerçek bir davadan yola çıkarak yazdığı romanı. Bu gerçeklik, filme belgesele yakın bir atmosfer kazandırıyor.Son sahne, adaletin yerini bulduğu hissiyle değil, büyük bir belirsizlikle kapanır. Davayı kazanan avukatın, müvekkilinin çekip gitmesiyle baş başa kaldığı an… Belki de Preminger’in anlatmak istediği tam da budur: Adalet yerini buldu mu, yoksa sadece hukuk işletildi mi?Bugünlük bu kadar, hoşçakalın.
