“Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok
Farklılıklar ve farkındalıklar… İnsan, ne olduğunu anlamaya çalışmakla mı geçirmeli ömrünü, hayatı kavramaya çalışarak mı, anlam yüklemeye zorlayarak mı yaşamalı?”
Ölü fotoğraflarıyla dolu bir stüdyo ve gerçeği bulma çabası içindeki bir fotoğrafçı… Mezara henüz gömülmüş ölüleri topraktan çıkartıp fotoğraf stüdyosuna taşıyan bir sanatçının, tamamlamaya çalıştığı galerisindeki portrelerin hikâyesi… Hayatın anlamını ararken, hayattan vazgeçişi ele alan psikolojik bir gerilim.
Gelişim Çocuk Tiyatrosu bünyesindeki çocuk tiyatrolarıyla adından sıkça söz ettiren oyuncu Gökhan Güngör, yeni oyunu Ölü Fotoğrafçısı ile Başkent seyircisini bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor. Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan Ölü Fotoğrafçısı, tiyatroyu felsefeyle harmanlayarak, tiyatroseverlere alışılmışın dışında bir deneyim sunuyor. Oyunun yazarı, aynı zamanda kendi iç dünyasının başrolü ‘Ölü Fotoğrafçısı’na can veren Güngör’e göre Ölü Fotoğrafçısı, aslında bir insanın insan olma çabası. Çünkü hepimizin malumu, insan olmak düşünmekten geçer. Ölü Fotoğrafçısı da bir insanın yıllar yılı neden ve niçin’in peşine düşerek yazdığı bir oyun.
‘ZERDÜŞT MAĞARASINDAN ÇIKTI’Ölü Fotoğrafçısını iç hesaplaşmalarının zirvede olduğu, dolayısıyla da büyük bir depresyonun içerisinde bulunduğu bir dönemde yazdığını ifade eden Güngör, dört yıllık oyun yazma sürecine dair şunları söylüyor; “Ölü Fotoğrafçısını yazmak oldukça zordu. İç hesaplaşmalarımla olgunlaşma dönemimin birbirine zıt düştüğü bir çağımda, bir tarafımın git bir tarafımın kal dediği; yazdığım her bir satırın bir tarafımın tam gediğine oturduğunu diğer tarafımın havada kaldığını söylediği zamanlarda yazılmış bir oyun. Ölü Fotoğrafçısı’nı Nietzsche ve Arthur Schopenhauer felsefeleri üzerine düşünerek yazdığımı söyleyebilirim. Hep şöyle düşündüm, Schopenhauer hayatı yaşamaya cesaret edememiş bir korkak, Nietzsche ise hayatın içinden felsefe yapabilme cesaretini göstermiş cesur bir düşünürdür. Bu oyunu yazmak da benim için tabiri caizse şöyle oldu, Zerdüşt mağarasından çıktı. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabından çok etkilenmem üzerine işe koyulduğumu söyleyebilirim. Oyunda öylesine yazılmış hiçbir cümle yok. Her bir kelimeyi inanarak, kendimden bir şeyler katarak yazmaya çalıştım. Bu benim için çok özel bir metin, çünkü çok sevdiğim iki disiplini, felsefe ve tiyatroyu bünyesinde buluşturuyor.”
Güngör, oyunu neden kendisinin yönetmek istemediğini ise şöyle dile getiriyor, “Yetişkin tiyatrosundan bir süredir uzak kaldığım için, tiyatroya bakış açım zayıfladı. Orta gelirli bir ailenin çocuğuysanız tiyatro yapmanız çok mümkün değil, günümüzde zengin eğlencesine dönüş bir sanat. Tiyatro izleyicisinden çok sanat filmi izleyicisine dönüştüğüm bu süreçte mevcut bakış açımla bu oyunu sahneye koyamayacağıma karara verdim ve oyunu yönetmek istemedim. O yüzden oyunu bakış açısına güvendiğim Sabri Karayel hocama teslim etmek istedim.”
‘ÇOCUK AKLIMLA ÖLÜLER FOTOĞRAFLARLA CANLI KILINABİLİR DİYE DÜŞÜNDÜM’Ölü Fotoğrafçısı’nı zihninde filizlendiren olayı ise şöyle anlatıyor Güngör; “Çocukluğumda dedemin beni sevmediğini düşünüyor, bu yüzden ben de onu hiç sevmiyordum. Trajik bir ölümü oldu. İç Anadolu’da sıklıkla yaşanır, bir traktör kazasında hayatını kaybetti. Bir çocuk olarak onun ölüsünü görmüştüm, bu benim yıllarca hafızamdan kazıyamadığım bir görüntü oldu. Tanıdığım canlı kanlı insan ölümüştü ve omuzlar üzerinde götürülmeden son kez yüzü açılıp herkese gösterilen bir ceset kalmıştı. Morga götürüldüğünde birkaç kişi fotoğrafını çekmek istemiş, babam da buna ‘ölünün fotoğrafı çekilir mi, günah’ diyerek engel olmuştu. O zaman kendi kendime şunu söylemiştim, neden çekilmesin? Bir canlının fotoğrafı çekilebiliyorsa bir ölünün fotoğrafı neden çekilemesin, ve hatta onu yaşatabilmek adına ölünün fotoğrafını çekilmesi daha anlamlı değil mi? Ölüler fotoğraflarla canlı kılınabilir diye düşünmüştüm çocuk aklımla. Yıllar sonra ölü fotoğraflarının çekilmeye başlandığını okumuştum, buna Post-mortem fotoğrafçılık deniyordu, tabii ki direkt aklımda bu anımı canlandırdı.”
Güngör, oyundaki beş farklı karakterden şöyle bahsediyor; “Aslında beşi de benim. Biri zaten ölü fotoğrafçısı, diğerleri ise benim hayat kadını versiyonum, başarısız bir ressam versiyonum, kanserli versiyonum ve yanarak ölmüş bir kadın versiyonum. Ölü fotoğrafçısı da kendini yalnızlığa kapatarak hayat nedir sorusu üzerine fazlaca düşünmüş, ölümü bir hakikat olarak gören ve bundan kaçınılamayacağını düşünen bir karakter. Şöyle bir söz vardır ya, ‘Doğumdan öncesini hatırlamıyorsak ölümden sonrasını da hatırlamayacağız’ yine, ‘Ben varken ölüm yok, o halde üzülecek ne var’ Esasında bu sözler nihilizme dayanır. İzleyiciye sunduğum, en büyük hayali de galerisindeki portreleri tamamlamak olan bir adamın bir adamın fotoğraflarla ölüleri yaşatma çabası. Ölü Fotoğrafçısı, ilgisini çeken, mezara taze gömülmüş ölülerin başını bekliyor, sonrasında kimse görmeden tam çürümeye başlamadan önce stüdyosuna taşıyor ve onların fotoğraflarını çekiyor. Esasındaysa bu kişilerin hepsi fotoğrafçının zihninde yaşayan karakterler. Sonrasında bu ölüler adamın stüdyosunda canlanıyorlar. Aslında hepsi adamın dilinden konuşuyor. Çünkü hepsi ölü fotoğrafçısının, yani benim bir parçam.”
HER ÖLEN PİŞMAN ÖLÜR: ÖLÜ FOTOĞRAFÇISI PİŞMANLIKLARI GÖZLER ÖNÜNE SERİYORDört yılda yazdığı Ölü Fotoğrafçısı’nı tamamlamanın kendisini zorladığını ifade eden Güngör “Süreç zordu çünkü felsefe yapmak gündelik konuşmalara benzemiyor. Altını doldurmak gerekiyor. Neden sorusuna cevap bulmak gerekiyor ki hiçbir şey havada kalmasın. Ben esasen insanın söyleyemediği şeylerle insan olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gündelik, o inanmadan ağız alışkanlığıyla konuşulan dilden pek haz etmiyorum. Oyunda da bunu esas aldım. Bir saat on dakikalık süreçte şunun görülmesini temenni ettim, birbirimizi öyle görmezden geliyor ve aşağılıyoruz ki hayata dair birçok güzelliği, başta da kendimizi göz ardı ediyoruz. Sürekli olarak birbirimizin üzerine basarak daha da yükseğe çıkma endişesi ve çabasındayız. Seyirciye bir mesaj verme kaygısı güttüm. Attilâ İlhan der ki, ‘Her ölen pişman ölür’ Pişmanlıklarımız ölünce de bizi bırakmayacak ve peşimizden gelecek. Ölü fotoğrafçısı o pişmanlıkları gözler önüne seriyor. Bizler de ölüler üzerinden ders alıyoruz. Keşke ölülerle konuşabilseydik ama hiç konuşamayacağız ve öteki hayatı da zihnimizde hiç anlamlandıramayacağız. “
‘SANAT İYİLEŞTİRİCİDİR’Güngör, sanata bakış açısını ise şu cümlelerle paylaşıyor, “Hayat estetik zevkler olmadan bir anlam ifade etmiyor fikrimce. Sanat da bu yüzden doğmuştur. Estetik zevkler de insan ruhuna iyi gelir. Bir esere baktığında sanatçıya ve kendine dair bir şeyler görebiliyorsan sanat iyidir. Ben sanatın iyi olduğunu düşünüyorum. Sanat iyileştiricidir. Tiyatroyu algıladığım andan itibaren hayatım çok değişti diyebilirim”
“Ölü Fotoğrafçısı”, prömiyerinin ardından felsefe ve tiyatro tutkunluklarına Post-mortem fotoğrafçılığı psikolojik bir gerilimle sunabilmek için 3 Şubat’ta bu kez Aralık Sahne’de deklanşöre basacak