Dünyamız teknolojideki ilerlemelerle baş döndürücü bir hızla değişip dönüşürken, elbette insanlık da bundan nasipleniyor. Ancak nasıl “nasiplendiği” sorgulamasına gelirsek, işte orası bir hayli tartışmalı.
Öyle ki, bazen kendimi akıllı telefonlar keşke hiç bulunmasaydı hayıflanmasından Graham Bell’in kulaklarını çınlatmaya kadar uzanan tatsız homurtulu bir düşünce (söylenme?) silsilesi içinde buluyorum.
Elbette, icad edilen çoğu faydalı buluşu, bilim-tekniği suçlamak anlamsız; zira hiç şüphe yok ki insanlık, insanlarımız çoğunlukla bir şeyi amacı dışında, sınırsız kullanmak, sömürmek, ölesiye tüketmek ve oto-kontrolsüz olmak konusunda çok mahir.
Her çeşit elektronik cihazın neredeyse herkesin eli altında, erişilebilir olduğu bir dünyaya gelen Z kuşağı fertleri bilmez; çocukluğumda okullarda hayat bilgisi dersleri, evdeyse anne-baba tembihleriyle bize ilk öğretilen şeylerden biri telefonla konuşma ve telefonu kullanma adabıydı. Hayati bir durum söz konusu değilse, 9-10’dan önce, akşam da yine aynı saatler sonrası hiç kimseyi keyfi arayamayacağımız, rahatsız edemeyeceğimiz öğretilmişti bize. İnanır mısınız, herkesin de önemle riayet ettiği bir kuraldı bu, aksini yapanların kınandığı…
Önce cep telefonlarının, sonra bilgisayar temelli diğer iletişim uygulamalarının gelişmesi ve dijitalleşmenin hepten yaygınlaşmasıyla bu kural çoktan tarih oldu tabii. Bugün samimi olduklarınızdan iş ortamınıza kadar etrafınızdakilere bu gibi bir iletişim sınırı koymaya kalkarsanız, muhtemeldir dalga konusu olup “antika” biri olmakla yaftalanırsınız.
Yani saatinden, vaktinden geçtim; işin bu kısmı değişti, dönüştü mevcut dünyevi gerekliliklerin değişimiyle; kabul! Ancak toplu taşımada, dışarda, kamusal alanda sürekli ve uzun süre telefonla konuşmak, görüntülü arama yapmak, hayat hikayesini amansızca herkese dinletmek ve kulaklık takmadan müzik dinleyip video izlemek, son model telefonlarla cümle evrene naklen yayın yapmak nereden ve nasıl peyda oldu? Orasını henüz kestiremiyorum.
Dün akşam yorgunluktan bayılmak üzereyken bindiğim dolmuşta önümde oturan ve yol boyunca fasılasız telefonda konuşan hiç tanımadığım o kadına adadığım bu yazı, aslında “kızım sana söylüyorum, gelinim sen duy” niyeti taşıyor.
İçinde durmadan kulaç atmak zorunda kaldığımız hayat okyanusunda bizi, sizi kim “Aman ha! Durursak, biraz yavaşlarsak yok oluruz, önümüze geçerler” fikrine inandırdı bilmiyorum (tabii ki biliyorum); ama insanlığımızı, insan olduğumuzu hatırlayıp kendimiz dışında çevremize, başkalarına karşı da sorumlu olduğumuzun bilincinde yaşamak bizi ve yaşamımızı bir ömür onurlandıracak en şık rotadır.