Uluslararası ilişkilerde bazı sessiz ve/ya fark edilmeyen krizler, çoğu zaman görünenden çok daha fazlasını anlatır. Yekaterinburg’da öldürülen iki kardeş, sınır dışı edilen birkaç gazeteci ya da iptal edilen bir kültürel etkinlik… Bunların her biri, birikimli kırılmaların olası büyük depremlerin habercisi olabileceğini gösteren çatlaklar. Rusya ile Azerbaycan arasında son haftalarda bu gündemlerle yaşanan gerilimlerde de, işte tam olarak böyle yorumlayabileceğimiz türde bir çatlağın –sadece jeopolitik değil, tarihsel, psikolojik ve sosyolojik olarak da – adeta bir izdüşümü.
Rusya ile Azerbaycan arasında son haftalarda artan diplomatik gerilim, sadece güncel bir kriz değil; aynı zamanda iki ülke arasındaki uzun süreli ilişkilerin geçirdiği dönüşümün de işareti. Bu süreçte yaşanan gelişmeler, post-Sovyet coğrafyasında yeniden şekillenen güç dengeleri ve devletler arası etkileşimin doğası hakkında önemli ipuçları veriyor.
Gerilimin tırmanmasına neden olan olay, 27 Haziran’da Rusya’nın Yekaterinburg kentinde yaşandı. Rus güvenlik güçleri tarafından düzenlenen bir operasyonda 50’ye yakın etnik Azerbaycanlı gözaltına alındı. Bu kişilerin arasında bulunan Ziyaddin ve Huseyin Safarov kardeşlerin gözaltı sırasında hayatını kaybetmesi, Azerbaycan kamuoyunda büyük tepki uyandırdı. Azerbaycan’da yapılan otopsi raporları açık: çoklu kırıklar, iç organ hasarları, travmatik şok. Bir diğer ifadeyle, iki kardeşe uygulanan resmen bir işkence protokolü. Rus makamlarının rapora rağmen bu vahameti, “doğal ölüm” diyerek açıklaması ise,artık dünya çapında moda olduğunu söyleyebileceğimiz pervasız bürokratik muktedir dilin gerçeği boğma kapasitesine dair bir başka örnek.
Bu olayın hemen ardından “eli armut toplamayan” Azerbaycan hükümeti, Rusya merkezli Sputnik haber ajansının Bakü ofisine operasyon düzenlediği operasyonla buradaki medya çalışanları ve gazetecileri “yasa dışı finansal ilişkiler” içinde oldukları gerekçesiyle gözaltına alarak soruşturma açtı. Bu hamle aslında Azerbaycan’ın alışıldık diplomatik söylemin çok ötesine geçen ve Moskova’ya bir nevi “yaptıklarınızı sadece izlemiyoruz, mukabele ediyoruz” diyen bir irade beyanıydı. Rusya ise bu operasyonu basın özgürlüğüne ve ikili ilişkilere zarar veren bir hamle olarak değerlendirdi. Böylelikle karşılıklı açıklamalar, nota verme girişimleri ve diplomatik girişimler, iki ülke arasındaki tansiyonu daha da artırdı.
Tüm bu gelişmeleri, yalnızca tepkisel refleksler olarak değil, daha geniş bir bağlamda okumaksa bizi Azerbaycan ile Rusya arasındaki ilişkilerin hassas ve dalgalı doğasını yeniden gündeme getiren, göründüğünden daha derin bir resme taşıyor. Bir yanda Azerbaycan, Karabağ Savaşı sonrası güç kazanan bölgesel pozisyonunu pekiştirmek ve daha bağımsız bir dış politika çizmek isterken, diğer yanda Rusya, çevresindeki eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki etkisini korumaya çalışıyor. Özellikle Ukrayna savaşının ardından Moskova’nın bölgesel nüfuzu tartışmalı hale gelirken, Azerbaycan gibi ülkeler bu boşluğu yeni iş birlikleriyle doldurmak istiyor. Netice itibariyle kendini artık Rusya’nın “arka bahçesi” olarak tanımlamak istemeyen Azerbaycan’ın, özellikle Türkiye, İsrail ve Ukrayna ile bir ittifak zemininde kurduğu iletişim, yalnızca dış politika değil, aynı zamanda Post-Sovyet kimliğinden de kopmaya çalıştığının bir ifadesi. Dolayısıyla, Bu yönelimler, Moskova’nın alışık olduğu merkez-çevre kurgusunu zedelerken, Post-Sovyet hinterlandın Ukrayna ve Azerbaycan gibi esaslı denebilecek figürleri, bu söz gelimi kopuş arzusunun mesajını veren inatçı tavır ve tutumlarını dünya kamuoyuna açık etmekten geri durmuyor.
Öte yandan realistik bir perspektifle yaklaştığımızda, Rusya’nın pozisyonu da gayet anlaşılabilir. Ukrayna’da sıkışmış bir güç, içerde artan meşruiyet krizleri, dışarıda azalan etki alanları… Haliyle bu koşullarda, Avrasya gibi bir bölgede konumlanmış bir büyük güç için çevresel nüfuz alanlarını sıkılaştırmak bir tür siyasi içgüdüye dönüşüyor.
Sonuç olarak, yaşananlar bir “kriz” değil, bir yeniden tanımlama, içinden geçtiğimiz ve her yönüyle fazlaca dinamik asırda yeni kimlik arayışının ve buna uyumlanma sürecinin doğal sonucu. Her iki ülkenin de aynı coğrafyada, farklı tarihsel hayaller kurduğu bir döneme giriyoruz. Diplomasi ise, bu tür dönemlerde ya tahakkümü sürdürür ya da uzlaşıyı keşfeder. Bugünkü gerilim de, bu iki eğilim arasındaki mücadeleden doğuyor. Şimdilik bu sessiz ve ağır ağır gelişen krizin nereye evrileceği bilinmese de, zoraki bir iyimser olma gayretiyle, dikkatli ve şeffaf diplomasiyle bu sorunların çözümlenebileceği ümidindeyim diyerek bu yazıya noktayı koyayım.
