Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira… Bu uzun isim, Brezilya futbol tarihinde yalnızca paslarıyla değil, fikirleriyle de iz bırakmış birine ait. Ve belki de dünya futbolunun en çok “düşünen adamı”na… Sócrates, sadece yeşil sahaların çalım ustası değil, aynı zamanda entelektüel bir başkaldırının sembolüydü. Biz bugünün futbolcularını reklam sözleşmelerinin, dijital etiketlerin ve saç modellerinin içinden tanımaya çalışırken; o, hem doktor, hem entelektüel hem de takımının kaptanıydı. Sadece bir on numara değil, her anlamda “lider”di.
1954 yılında Brezilya’nın bilindik yoksulluğunun görece biraz ötesinde, orta sınıf denilebilecek bir ailenin beş çocuğundan en büyüğü olarak Belém de Pará’da doğdu. Babası okumaya meftun, kitaplar arasında kaybolan bir adamdı ve evdeki kütüphane, Sócrates’in karakteri ve geleceğini şekillendiren ilk temel taşlarından biriydi. Zaten babası ona Atina sokaklarında dolaşan filozofun adını vermişti: Sócrates… Öyle ya, oğlu Sócrates, daha çocukluğundan gündüzleri top peşinde koşturup, geceleri kitap sayfaları arasında gezinerek isminin hakkını vereceğinin sinyallerini veriyordu. Gençliğinin ilk yılları hafta sonları sahalarda fırtına gibi eserken, hafta içleri devam ettiği Brezilya’nın en prestijli okullarından São Paulo Üniversitesi’ne bağlı Ribeirão Preto Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini başarıyla tamamlayarak hekim oldu. Bu bile başlı başına bir efsane olmasına yeterdi; ama onun hikâyesi aslında yeni başlıyordu. Çünkü o, çocukluğundan beri Brezilya tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinde, askeri diktatörlüğün ortasında top koşturdu, düşündü ve konuştu. Halkının yoksulluğu ve ezilmesine sessiz kalmadı.İşe önce ömrü boyunca gönlünü verdiği takımında başladı; zira Sócrates’in kariyeri boyunca giydiği forma, onun için yalnızca bir sportif aidiyet değil, bir kimlik manifestosuydu. Takımı Corinthians’ta, askeri rejimin baskıcı atmosferine karşı başlattığı “Democracia Corinthiana” hareketi, Brezilya futbol tarihinde bir kırılma noktasıydı. Yönetim ve idareyi kulüp yönetiminin tekelinden alan bu hareket, takımda yer alan herkese eşit söz hakkı tanıyordu. Her futbolcu bir bireydi ve antrenman saatinden kadro tercihlerine kadar her şey oylanarak belirleniyordu. Bu, Brezilya’da faşizan otoritenin gölgesinde devrim niteliğinde bir adımdı. Öte yandan Sócrates, takım arkadaşlarıyla birlikte sahada demokrasiyi uygular ve tribünlere ve sokağa şu mesajı veriyordu: “Başka türlü bir yaşam mümkündür.”Elbette onun bu devrimciliği sadece sahayla sınırlı kalmayacaktı. 1984 yılında halkın doğrudan seçim hakkı talebiyle yapılan Diretas Já (Doğrudan Seçim Hemen) mitinglerinde açıkça konuştu; her maç sonu basına yaptığı konuşmasında alışılmışın dışına çıkarak maç hakkında değil, halkın sorunlarını dile getiren demeçler verdi. “Eğer halk oy veremezse, ülkemde futbol oynamam,” dedi. Ardından, İtalya’ya gitti ama o bile kendine ihanet gibi geldi. Çünkü Brezilya’da bırakmış olduğu mücadele henüz bitmemişti.Futbol kariyeri boyunca Sócrates, sadece rakip savunmaları değil, sistemi de delmeye çalışan bir akıldı. Kafasında oyun planı kadar siyasal çözüm yolları da dönerdi. Yoksul mahallelerde çocukları tedavi eder, sonra maça giderdi. Sol yumruğu tribüne kaldırışı, yalnızca bir zafer sevinci değil, bir duruşun ilanıydı. Öncü Yunan filozoflarından Sócrates’le müsemma adını efsanevi bir şekilde yalnızca yeşil sahalara değil; emeği, diğerkamlığı, entelektüel duruşu ve halkına despot-darbeci rejime karşı yeniden direnip demokratik haklarını geri kazanmaları için verdiği cesaret ve motivasyonla Brezilya’nın siyasi tarihine ve Brezilyalıların kalbine de altın harflerle kazıdı.
Hayatının son yıllarında 13 yaşından beri düşkün olduğu sigara ve alkol sağlığını tamamen yitirmesine sebep oldu. Ve seneler önce verdiği bir mülakatta, “Corinthians şampiyon olduğu bir pazar günü ölmek isterim” sözleriyle tam arzu ettiği gibi 2011’de (4 Aralık) bir Pazar sabahı hayata gözlerini yumdu ve aynı günün akşamı oynanan maçta Corinthians sahiden de Brezilya’da şampiyon oldu.Bugün futbolun sadece sermaye ve sansasyonla anılarak tamamen bir endüstriye dönüştüğü neo-liberal çağda, Sócrates, futbol tarihi ve Brezilya’nın siyasal belleğine bıraktığı mirasla bize oyunun özünü, halkla bağını ve insanlıkla kesiştiği noktaları hatırlatıyor. Sahada kazanılan maçların ve futbolun kuru fanatizmden aldığı kolektif gücünün, bir halkın sürekli kaybettiği haklarına sessiz kalınmasıyla anlamsızlaştığını hatırlatıyor. Belki de dünyadaki tüm taraftar ve oyuncular futbolun yalnızca güçlü, yetenekli, kondisyonlu bir çift ayağa değil; vicdana da ihtiyaç duyduğunu yeniden anımsayıp ondan öğrenmeli…
