Zaman zaman, bulunduğum mekanlarda durup düşündüğüm olur: “Şu an bir fotoğraf çeksem içinde neler olurdu?” Bu düşüncelerimi bir tür zihinsel fotoğraf pratiği olarak görüyorum ve notlarımı sizlerle paylaşmaktan keyif alıyorum. Anlık da olsa bu gözlem ve fotoğraflama çalışmaları, dünyayı daha dikkatli görmeme yardımcı oluyor.
Bugün sizlere, hafta sonunda katıldığım bir etkinlikte içimi sızlatan bir anı anlatmak istiyorum. O an, sadece üzücü değil, aynı zamanda düşündürücüydü.
Öncelikle, etkinliğin oldukça güzel organize edildiğini söylemeliyim. Etkinliği düzenleyenler veya katılanlar yaşanan olayın sorumlusu değil, bu yüzden isim vermeyeceğim. Aslında, etkinliğin kendisi de pek önemli değil, çünkü orada yaşananlar herhangi bir etkinlikte, toplantıda ya da günlük hayatın içinde her an karşımıza çıkabilecek türdendi.
Etkinlik gün boyu sürüyordu ve pek çok kişi aileleriyle birlikte katılmıştı. İkinci bölüm başlamadan hemen önce, tekerlekli sandalyede zihinsel ve bedensel engelli bir çocuk ve onun ebeveynleri salona girdi. Oturdukları yer, herkesin önünden geçtiği, salonun en geniş bölgesiydi.
Orta yaşlı bir anne ve baba, çocuklarıyla birlikte sosyalleşmeye, keyifli bir vakit geçirmeye gelmişti. Eminim ki, hayat onlar için her zaman kolay olmamıştır, ama buna rağmen evlerinden çıkıp bir etkinliğe katılmaları bile hayata tutunma çabalarının bir göstergesiydi.
Ben ise salonun en arka sıralarında hem etkinliği izliyor hem de insanları gözlemliyordum. O annenin çocuğuna baktığı anı keşke siz de görebilseydiniz. Hatta keşke o anı fotoğraflayabilseydim. Sahne ışıkları salonu loş bir şekilde aydınlatırken, annenin çocuğuna baktığı an tüm salon gözümde bir anda aydınlandı. O kadının gözlerindeki ışık, çocuğuyla göz göze geldiği anın büyüsü… O an, belki de sevginin en saf haline şahitlik ettiğim anlardandı.
Çocuk bazen annesinin veya babasının dikkatini çekmek için ses çıkarıyordu. Ailesi de hemen ilgilenerek onun ihtiyacını karşılıyordu. Sevgi ise sevgi, su ise su, yemek ise yemek… Her şey doğal akışında devam ediyordu.
Ancak, etkinliğe katılan bazı kişilerin tepkileri beni derinden yaraladı. Sahnedekileri dinlemek yerine kendi aralarında sohbet eden insanlar vardı. Ancak iş engelli bir çocuğun çıkardığı sese gelince, salon bir anda sessizleşti. İnsanlar başlarını çevirip aileye dik dik bakmaya başladı. Bu bakışlar, merak veya ilgi değil; rahatsız edici, yargılayıcı ve dışlayıcıydı.
İşte o an içimde bir şeyler kırıldı. Bu insanlar, sahnedekileri dinlemeyip kendi aralarında konuştuklarında kimse onlara tepki vermiyordu. Ama konu engelli bir çocuk olduğunda, sanki uygunsuz bir şey yaşanıyormuş gibi davrandılar.
Bu olay bana, şehirlerimizin, sosyal alanlarımızın ne kadar engellilere uygun olup olmadığını düşündürdü. Türkiye’de üç yaş ve üzeri nüfusun yaklaşık %7’sinin engelli olduğu biliniyor. Peki, sosyal ortamlarda neden onları bu kadar az görüyoruz? Çünkü şehirlerimiz, toplu taşıma araçlarımız, etkinlik alanlarımız, hatta en basit sosyal mekanlarımız bile engelliler için yeterince erişilebilir değil. Eğer olsaydı, aileleriyle birlikte daha çok dışarı çıkabilirlerdi ve bizler de onlara alışır, farkındalığımız artardı.
Aslında bu bir öğrenme süreci, ama engelliler için değil, bizim için. Onları hayatın içinde daha çok görseydik, belki de çıkardıkları seslere, davranışlarına bu kadar yabancı kalmazdık. Onları değil, kendimizi eğitmeliyiz. Hâlâ geç değil; çünkü insan, öğrenebilen bir varlık.
