Yaz mevsiminin akşam üstüne yakışan narin esintisi, söğüt dallarını ne de güzel okşar Terne eteklerinde… Çekingen bir o kadar derin mızıka sesine en yakışan melodi Balkan coğrafyasında dalga dalga dinlenir o sıralar. O sıralar dediğimiz Balkan Harbi’nin bittiği, yoksulluğun kendi yağında kavrulmaya evrildiği zor yıllardır.
Kasketi yüzünü kapamış genç oğlan söğüt gölgesini aralayan kızçeyi fark edince mızıkaya ara verir. Platin rengi saçları beline kadar uzun, mor yemenisi entarisiyle uygun, yosun rengi gözleri ve simasından çocukluğunu terk etmemiş çilleri ile gül tanesi Güldaniye’dir o kızçe. İnsanların hâl ve mimikleri sanki yaşadıkları coğrafyayı yansıtırmışçasına, güneşi neşeye, ılıman yağmurları sevince evirirmiş Balkanlar’da.
“Ne yapaysın te burada oglancık?“
“Ben oglancık degılım adım Asan benim Asan, attırma kafacağızımı!” Diyen Hasan’ın serzenişine güler geçer her seferinde Güldaniye. Hasan yanık, Güldaniye umursamaz, kayıtsızdır bu aşka. Mor yemenili, sarı entarili, uçarı ve bir o kadar sevimli Güldaniye ve onu çocuk yaşta kalbine yakıştırmış Hasan’ın ortak bir hikayesi olamamış Terne’de. Tek başına Hasan’ın kalbine yük, hatırasına göz yaşı olarak kalmış.
Mızıkaya kâh içli vurmuş nefesini, kâh son ses vermiş Terne eteklerine :
“Gidene bak gidene gidip de dönmeyene!
Nasıl gönül vereyim kendini bilmeyene!
Sana yandım Güldaniye’m!”
Dediyse de; ne onu bırakıp başka köye gelin giden Güldaniye’ye, ne de ruhunda özgürlüğünü ilân etmiş aşkına gücü yetmemiş Hasan’ın…
“Evlerin kiremiti
Sever miydin sen beni
Sen beni sevmiş olsan
Gurbete gider miydin
Sana yandım Güldaniye’m!”
Ölümden önceki son durak ayrılık mıdır yahut başka bir türküde dediği gibi ozanın:
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar,
elli dirhem fazla gelmiş ayrılık!”
İşte Hasan’ın ayrılığa mecbur oluşu tam da bu anlatım olsa gerek.
Gel zaman git zaman demiş ya eskiler; araya mevsimleri, yılları ve yolları katmak için, işte öyle akıp gider zaman.
İnsan yaradılışında unutmak yoktur, alışmak ve törpüleyip acıların kalbe batan sivri uçlarını; sessiz bir köşede saklamak vardır. Hasan da öyle yapmış, kurmuş yuvasını baba olmuş.
İnce narin kızçesinin adı da Güldaniye oluvermiş.
Rumeli türkülerinin can yakan hikâyelerinden biri daha böylece tarihe not düşülmüş.
İnsan dediğimiz; alışan, evrilen, içinde bulunduğu şartlara ve durumlara göre şekle giren garip bir varlık. Ne de çabuk kabullenir görünse de kabuğun altında her daim kanayan bir yara olacaktır elbet. İşte o yarayı saklamak da insana özgü en büyük marifetlerden biri olsa gerek.
Hasan hayat yolunu kendince çizerken Güldaniye türkü olup, onun nazarında kendini şöyle tamamlamış :
“Ekin ektim çok olsun
Eski yârim yok olsun
Yeniden bir yâr sevdim
Onun ömrü çok olsun
Sana yandım Güldaniyem!”
Eski olmak, eskide kalmak, anı olup hatıralar arasına defnedilmek de aşka dahil mi? Atilla İlhan’ın dediği gibi midir durum: “ Ayrılık da sevdaya dahil.”
Doğunun en ucundan batının diğer ucuna kadar Türk’ün ezgileri ile anlattığı hayatlarıdır türküler. Saraylardan; tâ uzaklardan halkı selamla yetinmez türkü dediğimiz. Yaşar, yaşatır, ölümü çeyiz, dirisi aşk olur. İşte Güldaniye’nin ve aslında Hasan’ın tarihi de, Balkanlar’da doğup Kırklareli’nde beş telli kabak kemanî nağmeleri ile hicazkâr makamında derlenip Anadolu topraklarında dile gelmiştir.
Yeniden sevilenlerin ömrü uzun olsun…