Yeniden merhaba.
Biliyorum özlediniz. İkinci sayfasının renginden yitirdi Anayurt nicedir. Buralara sanat sepet üzerine dedikodu yapıp ona buna sallayacak biri lazım arkadaş. Artık bol bol sallar, ara sıra ağlar, çokça sohbet ederiz bu köşeden yine. Baktık laf bitti kendimize sararız. Döndüm.
Nerede kalmıştık?
Çabuk unutuyorum. Sanki acele nefeslerim an’ın dokusundan uzaklaştırıyor. Sessiz sedasız benim olmayan masallara giriyor, ayak seslerimi kendimden dahi sakınarak çıkıyorum. Geriye kasımdan kalma kasvet renkleri. Hissi dahi uçucu. Anımsamıyorum. İnsanların yüzünde mesai saatlerinin yazdığı o şehrin beni ne denli boğduğu hatırımda. Söz henüz çürümese de yabancı caddeler ayaklarımızın altından kaymıyordu hikâyenin öznesi olmadığımızdan. Yorgunluğumu anımsıyorum, diğer her şey toz ve bulut. Oysa anımsadıkça dağ olmayı öğreniyor insan, olay örgüsüne işlenen uçurumlara gülümsüyor o zaman. Eski yamaçların çürük kimyasını anımsıyor, iksirlerin tarifini ve şarkılar umduğu o eşikleri. Kendini kendine kanıtlıyor, kendi şifacısı oluyor. Öyle ya, anımsamaktan başlıyor her şey. Çalışma masam ve arşivlerimin dağınıklığı zihnimin raflarına dağılıyor. Kalbi ve beyni olmayan deniz anasının hatalarından ders çıkardığı en goygoylusundan yayıldı geçen hafta birkaç gazete haberinde, benim çıkaramadığım aşikâr. Akıp giden günlerin izdüşümü olan bu yazılar beni bir nebze sakinleştiriyor. Hiç unutmayayım istiyorum. Dünden bugüne bakmanın insanı müthiş dinginleştiren bir yanı var. Kat ettiğimiz yolu görmek iyi geliyor bize. Düşünüyorum. İlkokuldaydım, yaz tatillerinden birinde kız arkadaşlarımla örgüye heves etmiş, bina boşluklarına konumlanmış, rengarenk iplerimizi kapıp birkaç gün sürecek uçucu bir hevesle örmeye başlamıştık. Durmaksızın yamuk yumuk, yer yer ilmek kaçırılmış, nihayetinde ne olacağı asla kestirilemeyen o yün parçasını kendimden uzaklaştırıp, uzun uzun baktığımı anımsıyorum. Ne kadar ördüğümü görmek bana iyi gelirdi. En fazla ne kadar örebileceğimi düşünürdüm. Kaçırılmış ilmekler, örgünün bağımsızlığını ilan edip sağa veya sola doğru yol almaya başlaması, aralardaki koca boşluklar önemsizdi, upuzun örmüştüm ya! Yerel gazetelerin birinin en renkli sayfasına karalamayı buna benzetiyorum. İnsanlar gelip geçiyor, yollar kimi zaman uzuyor, kötü zamanlar atlatılıyor, omurga sessiz sedasız bir tık daha şekilleniyor, arjantin bardakları bir doluyor bir boşalıyor, ne kalıyor bizden… Ne kalacak?
Bir gazete köşesi kadar yer kaplamak sebepsiz iyi geliyor. ‘Yol’ diyorum, ‘Her şeyden güzel. Her şeyden önce. Yorucu ve yıpratıcı kimi zaman ama sızısı kadar konuşabiliyor insan.’
Üretmenin sağaltıcı gücü üzerine düşünüyorum. Üretmeye alışmış bir insanın buna verdiği ansız aralarda nasıl ağırlaştığını.
Zihnimi meşgul edip içimin tamamına yayılan bir buyruk var nicedir. Bu kehribar dikte tüm var oluşuma yönelip mücadelemi gölgesine alırken, ona cevap aramak mevsimleri ve hafızamı yeniden kazanmaya yönelik bir adım sanki.
Bu buyruk eskiden kalma bir albümün zamansız sarsılmazlığıyla geliyor, tüm reddedilmezliğiyle yanıma sokulup ‘Her kavga senin kavgan değil’ diyor içimin en coşkun ırmağına, ‘Kendi kavganı bul.’
Kendi kavganı bul. Orta yaş üstü dostlarıma kendi kavgasını soruyorum, ‘yaşamak’ cevabı beni o kadar sıkıyor ki konuyu değiştiriyorum, “Biliyor musunuz, kalbi ve beyni olmayan deniz anaları hatalarından ders çıkarabiliyor…”
Kendi kavganı bul. İçimin olanca huzursuzluğu, kendime karşı acımasız eleştirilerim, onca türküde rüzgarın bilgisiyle derinimde çakan hevesli şimşeklerim… Sahi ya, kavgam var, kavgam baki. Ama kavgam ne? Kendi varoluşumuzu tamamlamadan hiçbir şeyin altından kalkamayacağız, besbelli yazılan. Ancak nicedir kavgamızı kendimizi anımsatmıyoruz? Uygarlığın dili içtenliğimizi ve dolaysızlığımızı yok ederken kavgamızı da mı unutturdu? Gözlerimi kapatıyor, derinimde uygarlığın sesinin sızamadığı bir yer, o çok sevdiğim ışıklı dilimi arıyorum. Nafile, kayboldum. Ne zamandır?
‘Kendimi var etme kavgası’ diyorum nihayet. Kavgam içinde kavga barındırıyor. Bu şiddet dilinin beni ne zamandır yorduğunu düşünüyor, her kavgayı sahiplendiğim yıllarımı anımsıyorum, Kanım kaynardı en ufak sol yumrukta, sanki şimşek doğurmuştu beni. Modernizm öncesi, sanatçının gördüğü şeyden şüphe duymadığı o hafif zamanların arzusunu duyuyorum sebepsiz. Bakınca görmek gibi zahmetlere girmeksizin, yormadan ve yorulmadan. Görünenin ötesinin sorumluluğundan arınmış zamanlardan bahsediyorum. Yaşamın bayağılığından uzak. Savaşsız kazanılan şehirler gibi.