Samimi bir dost masasında geçmişi güzellemek gibisi yok. Öyle ya, unutulandan arta kalan genelde ‘biricik’ olur, vitamin tortudadır. Hayat olağan akışında hızla ilerlerken boş zamanlarımızda ne kadar yaşayabildiğimizi düşünüyoruz. Öfkemizi diri tutan, yontulardan beslenmesine rağmen taş kesmemizi engelleyen hedefleri… Biraz da hedeflerden ibaretiz, diyoruz o zaman. Ne istediğimizi bilmek her daim yolu şekillendirir. “İnsan odasına benzer” diyor, gençliğinin o güzel enerjisiyle “Hayatı sade ve planlı insanların odasının ve çalışma masasının ne kadar minimal olduğunu hiç fark ettiniz mi?’ Kendi dağınıklığımın karakterime dair bir şeyler söylediğini düşündüm hep. Evdeki ve iş yerindeki dağınıklıktan kurtulmak zihnin düşüncelerini yeniden raflara yerleştirmek gibi. Konfor alanının çoğu kez ayna görevi gördüğü aşikar. Evlerimiz, en azından çalışma masalarımızı hayatlarımızın üç boyutlu temsilleri.
İç ve dış dünyalarımızın birbirlerini yansıttığını kim inkar edebilir?
Hepimiz yaşadığımız alanlara enerjimizi bırakıyoruz. Öyle ki taşındıktan sonra ve hatta bizden geriye tek bir eşya dahi kalmadığında bile enerjimizin izleri evin yeni sakinlerini etkiliyor. Bu yüzden mekanlara yönelik binbir türlü arındırma ritüeline şaşmamalı. Bu durumda gereksiz ve hissi yitmiş eşyaların enerjimizi, dolaylı yoldan hayatımızı ne denli etkileyebileceğini hiç düşündünüz mü?
Kafası da en az odası kadar antika eşyalarla dolu ortak bir tanıdığı anıyoruz. Çoğu antika pazarından bilmem kaçıncı el olarak alınmış eşyalarının poşete doldurulmuş müze havası evine öyle bir ağırlık verirdi ki nefes alamazdık. Bu ağırlık ev sahibinin vücudunun bir uzvuymuşçasına belirir; sohbet içerisinde açtığı konulardan daralırdık. Her şey üzerine bu denli düşünmesi sinir bozucu bir hale bürünürdü. Sanki hayatı da koca bir antika eşyaya dönüşüyordu ve buna gönüllü razıydı. Zamanla müzesindeki ziyaretçiler azaldı, unutulan bir tarihmişçesine, kolay ulaşılabilir alfabetik bir ansiklopediymişçesine öylece kaldı.
‘Bir gün tekrar ihtiyaç duyabileceğim için’ atmadığım eşyalar, ertelediğim programların çalışma masamdaki izdüşümleri, görmeye tahammülüm dahi olmayan ancak bir inceliğin emaresi olarak sakladığım minik hediyelikler… Belki de hepsi geçmişin kirli enerjisinden arınmamızı engelleyen birer zincir oluyor. Her bir eşya ruhumuzda çözülmeyi bekleyen birer meseleye dönüşürken günlerin birbirini kovalayışını izliyor ve içimizdeki huzursuzluğu hiçbir şeye dayandıramıyoruz.
İnsanın evine benzemesi kaçınılmaz. Gün sonu kendi enerjimizle yeniden yüklenip dinlenebileceğimiz birer konfor alanına bir level daha tamamlamış olmanın hak edilmişliğiyle hepimiz ihtiyaç duyuyoruz. Odaların iyi uyunmuş ritmi bizi yeni günlere ikna ediyor. Söküklerden yaşamın sonsuz akışının dolmayacağı bir dünya kurmayı mümkün kılıyor. Dağınıklık dahi kişiselleşiyor o zaman, Freud, bir zamanlar, “Dağınıklığı temizlemeyin. Her şeyin tam olarak nerede olduğunu biliyorum” demiş. Dağınıklık düzen barındırıyorsa kişiselleşip ilham oluyor kimi zaman.
İnsan akşamları konfor alanında uydurduğu yeni melodilerle var oluyor. Bu melodiler uzak ihtimalleri yakınlaştırıyor, gündelik zırhlarımızı temizleyip onarıyor, aykırı güzellikleri görünür kılıyor. Kendimize bir şekilde devam etmemizi sağlıyor. İnsan evine, en çok da odasına benziyor.