Paramız, emeğimiz kimlere emanet?

Bir süredir ortalıkta sıkça dolaşmaya başlayan ve neredeyse başlı başına bir gündemi olan dolandırıcılık mevzuları üzerine yazmak istiyorum bugün. Bu konuyu köşeme taşımama sebep olan haberden de bahsedeceğim; ancak ilgili haberden bağımsız olarak Türkiye’de birçok türüyle dolandırıcılığın feci bir tırmanışa geçtiğini vurgulamak isterim. Yazılı ve görsel medyaya düşen asayiş haberlerinden, televizyonlarda “gündüz kuşağı” diye anılan programların öne çıkan gündemlerine kadar bunu gözlemek mümkün.
Değerli gazeteci ve yazar Gökçer Tahincioğlu’nun bu hafta T24’te yayımlanan haberi hepimize gösteriyor ki, ülkede mevcut halde dolandırıcı(lık) kurbanı olmanın belirli bir yaşı-başı, statüsü, meslek grubu veya tahsil durumu yok. Bu topraklarda kökleşmiş başka kötülüklere uğramak da öyle. Çok şükür, söz konusu kötülüğe uğramak olduğunda artık memlekette hepimiz fırsat eşitliğine sahibiz, öyle bir era…
Gazeteci Tahincioğlu’nun haberine dolandırıcılıktan muzdarip olmakla konu olan; kitap kurtlarının, edebiyat tutkunlarının yakından bildiği bir yazarımız, Figen Şakacı. Haberin detaylarında, kendisi de bir gazeteci aynı zamanda yazar olan Figen Şakacı’nın aktarımıyla nasıl profesyonellik seviyesinde bir dolandırıcılığa maruz kaldığını anlıyorsunuz. Şakacı haberdeki samimi paylaşımıyla yaşadığı bu talihsiz tecrübeye kamuoyunu tanık ederken, aynı zamanda hepimizi uyanık olmaya davet ediyor. Peki ama bu şartlarda sadece uyanık olmak yeter mi? Dolandırıcılığa uğramayı yalnızca “bireysel” bir dalgınlık, hata veya şahsi tedbirsizliğimizin neticesi olarak görüp “battı balık yan gider” psikolojisiyle kendimize mi yüklenmeliyiz? Bana sorarsanız, bu en son tercihimiz bile olmamalı; her ne kadar meselenin muhatabı kurumlar ve ilgili otoritelerin tam olarak istediği, sorumluluğu ve suçu bireyin kendisine yüklemek olsa da…
Teknoloji gelişirken artık yaşamı da kendi ivmesiyle beraber sürüklediği için, haliyle bu çağda dolandırıcılığın da yöntemleri, boyutları değişti. Dijitalleşmeyle beraber -pandemi izolasyonunun da desteğiyle- telekominikasyonun vazgeçilmez bir bileşeni haline gelen bankacılık ve yatırım sektörü ise dolandırıcıların en uğrak yeri şimdilerde. Zira sektörün ısrarla(!) dijitalleşirken bilinçli-bilinçsiz kural, hudut tanımayan pervasızlığı ve gözetmekle yükümlü olduğu başat güvenlik ilkeleri konusunda ihmalkarlığını, büyük açıklarını fark etmemek işten değil. Genel olarak Türkiye’deki bankaların kişisel bilgi/veri güvenliğini sağlamak konusunda artık pek gönüllü olmadıklarından, dahası azılı rekabetlerinde illüzyonel reklam taktikleriyle dışarıdan cilalı görünmeye odaklanmaktan kendi güvenilirlik ve itibarlarını kömürlüklerinin en ücra köşesinde paslanmaya, çürümeye bırakmalarından anladığımız, yaşanan çoğu dolandırıcılık vak’asının aslında göstere göstere geldiği. En azından kendi adıma meseleyi niçin böyle yorumlayabildiğimi -henüz duygusal olanlar harici herhangi bir maddi dolandırıcı(lığın) kurbanı olmasam da (unutmayın ki hepimiz adayız)- yaşadığım basit bir deneyimle örnekleyebilirim.
Önceki işim gereği bir ticari hesabım vardı; fakat bu hesaba bağlı bana sunulan yahut benim talep ettiğim bir banka ürünü yoktu. Neredeyse iki sene önce bir gün bireysel hesabımın olduğu ama ticari anlamda herhangi bir ilişiğim olmayan bankaların birinden arandım ve bana ticari anlamda kullanabileceğim banka ve kredi kartı teklifi yapıldı. O dönemler de tam mevcut işimi geliştirmeye yönelik adımlar atmışken, telefondaki cazip teklifi kısa bir tereddütten ve önce reddettikten sonra satış yetkilisinin ısrar gibi görünmemeye pek uğraşmayan ısrarları üzerine kabul ettim. Onayım üstünden sadece hafta sonu geçtikten hemen sonra, hafta başı çalan kapıda elinde bir dolu zarf ve postacı çantasıyla yorgun bir adamcağız belirmişti. Bankadan görevli olduğunu belirterek, telefonda onay verdiğim ürünlere ait kartları teslim etmeye geldiğini söyledi. Önce şaşırdım bu kadar hızlı ve prosedür dışı olmasına bu teslimin; ama şaşkınlığım kısa sürdü. Görevli elinde bir tomar kitapçık, sözleşme, belgeyi göstererek imza alması gerektiğini söyledi. Öyle ki adamcağıza içeriden tabure getirdim ben imzalarken dinlenebilmesi için. Bu işi niçin beni bankaya çağırmadan, bu şekilde son derece yanlış ve güvenlik dışı bir yolla yapmalarına homurdanıp… Kapımdaki görevli ilgili bankanın şube bankacılığı politikasını büyük ölçüde terk ettiği ve artık çoğunlukla bu yöntemle, uzaktan iş(lem) yapmayı tercih ettiğini belirtti bunun üzerine. Bir yaşıma daha girmiştim, bunu hiç enikonu değerlendirmeden rahatça uygulamaya koyma girişimleri karşısında…
Özellikle pandemiyle işleyişi tavsayan, yozlaşan her tür hizmet gibi, eminim hemen hemen herkesin bankalarla benzer veya harici bir çok sorgulanmaya, dikkate değer olumsuz tecrübesi olmuştur yakın dönemde. Yukarıda da bahsettiğim üzere; çoğu bankanın dijitalleşmeye yönelirken göz ardı ettiği çok ciddi güvenlik açıkları mevcut ve bu durum dolandırıcılar için resmen açık davetiye boyutunda son zamanlarda. Hem banka yönetimlerinin, hem de BDDK’nın elini taşın altına koyup en kısa sürede bu konuyu gündemlerine alarak yeniden düzenlemeleri elzem. Özellikle bankaların sektördeki teknolojik gelişmeleri takip etmek ve insan sermayesinden kısarak (olacak şey mi bu!) kârlılığa odaklanmak yerine, etik ilkeler üzerine kurulu bir prensibi izlemeleri hepimiz açısından büyük öneme sahip. Müşterilerinizin mobil uygulamalardan bir tıkla kredi almaktan, yahut telefonda güya kişinin kendi sesini tanıyan yapay zeka (!) telesekretere tek kelime söyleyip işlem yaptırabilmesinden (!) daha önemli ihtiyaç ve talepleri olabilir. Evvela robotlar yerine, insan olarak, insanla muhatap olmak veya insanlar tarafından muhatap alınmak gibi…