Sensiz saadet neymiş
Tatmadım bilemem ki
Anlımın yazısıydın
Ne yapsam silemem ki
Seni uzaktan sevmek
Aşkların en güzeli
Alıştım hasretine
Gel desen gelemem ki
Bir kuşak bu şarkı sözlerini çok iyi bilir. Yaşar Güvenir piyano başında papyonlu kıyafetiyle hemen gözlerde canlanır muhtemelen.
Bu şarkı sözleriyle başladım bugün. Dün sabah, ama gerçekten de çok erken, ben diyeyim saat 4, siz deyin 5 gibi bir vakitte kalktığımda, dilime dolanmış buldum bu şarkıyı. Evin içinde volta atarken fısıldıyordum bu sözleri.
Neredeyse on gündür Suriye’de yaşananları masa başında takip ederek geçirdim. Kurumların Suriye’ye görevlendirdiği, orada yaşayan ya da “assignment” alan (yani serbest çalışıp bir kurum adına bir olaydı takip eden) foto muhabirlerinin neler çektiklerini, kimlerin fotoğraflarının daha iyi olduğunu, kimin yeterince motive olmadığı için fotoğraflarının zayıf kaldığını değerlendirdim. Uzaktan, aslında en kolay işi yaptım.
Bombanın yaydığı hava dalgasından korunmak zorundan olmadığın, havadaki barut kokusunu ciğerlerine çekemeyeceğin, fotoğrafını çekmenden hoşlanmayan eli silahlı kişilerin sıcak nefesinin yüzüne çarpmadığı, ceset kokularından burnunu tıkasan da her hücrene sızıp seni rahatsız edecek kadar uzak bir yerden çekilen fotoğraf hakkında yorum yapmak kadar kolay bir şey yok.
O fotoğrafları çeken insanların (burada özellikle foto muhabiri tanımından uzak durduğumu vurgulamalıyım) ne durumda olduklarını, nasıl bir ruh hali içinde olduklarını, çalışma şartlarını bilmeden yorum yapıyoruz. Dişi mi ağrıyordu, başı mı ağrıyordu, evde çocuğu mu hastaydı, eşiyle tartışmış mıydı, patronuyla araları mı bozuktu? Tüm bunları bilmeden eleştiriyoruz. Ben, bugün Serdar olarak, eleştirirken bu etkenleri de göz önünde bulunduruyorum.
Bizim mesleğimizin vitrini, çektiğimiz fotoğraflar. O fotoğraflara bakarak insanlar olaylar hakkında fikir sahibi oluyor. Fotoğraflar ne kadar etkiliyse ne kadar farklı bir bakış ortaya koyabiliyorsak, harcadığımız emek o kadar kıymetli hale geliyor. Hem okurun ve izleyenin gözünde hem de bizi oraya gönderen yöneticilerimizin gözünde.
Masa başında “Ah, ben orada olacaktım ki!” diye çok cümle kurarız içten içe. Olay bölgesine gidemeyen foto muhabirleri için bu, sıkça yaşanır. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim: Bu meslek bir fırsat meselesi. Çalıştığın kurum, birikimin, olayın yaşandığı zaman… Hepsi bir araya geldiğinde olay yerinde olabiliyorsun. Ve olay yerindeyken iyi odaklanabilirsen, iyi işler çıkarma ihtimalin çok artar.
Alnımızın yazısı… Olay bölgesine gidemeyen foto muhabirleri olarak, kasap dükkânının önünde bekleyen kediler gibi, yaşananları izleriz. Kediler nasıl sürekli yalanırsa, biz de aynen öyleyiz. Ağzımızın suyu akar resmen.
Bu mesleği yapamadığımız, sıcak haber bölgelerinde olamadığımız anlarda saadetimiz de olmuyor. Huzursuz oluyoruz içten içe. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bazen gerçekten de elden bir şey gelmiyor.
Yazının başında yazdığım şarkı sözlerindeki gibi sevilmez bu meslek. Masa başından konuşarak, geriden geriden bakmakla da yapılamaz. Bir kez olsun tadını bir kez almış birisi için, olaya uzak kalmak kabul edilebilir bir şey değil.
“Suriye bizi çağırıyor.” Olaylar foto muhabirlerine “Gel” dese de gidemiyor bazılarımız maalesef.
Herkes için dileğim, sevdiğine hasret kalmadığı, hasretine alışmayacağı bir yaşam. Kendim için ise “Onu, foto muhabirliğini uzaktan sevmek” zorunda kalmamak…