Bu konuyu uzun süredir gittiğim her yerde gözlemliyorum. Yurt dışına çıktığımda da, Türkiye’nin dört bir yanını dolaştığımda da bazı farklar hemen göze çarpıyor. Kimi zaman bir şehirde kaldırımda yürürken, kimi zaman bir kamu kurumunda bir dilekçeye dönüş alamadığımda, bu farkların ne anlama geldiğini daha net görüyorum.
Modern devlet dediğimiz yapı, sadece vatandaşına eğitim, sağlık ya da güvenlik sunmakla yükümlü değil. Aynı zamanda o vatandaşın hayatını kolaylaştırmak, ona adil davranmak, kamusal alanı düzenlemek, temel hakları korumak gibi daha derin sorumluluklar taşıyor. Yani, yol çizgilerini doğru çizmeyen, trafiği düzenleyemeyen, vatandaşın dilekçesine geri dönüş yapmayan bir devlet, bu sorumluluklardan birini yerine getirmiyordur. Ve bu yalnızca bir teknik aksaklık değil; bir zihniyet meselesidir.
Ne zaman bir şehirde trafik karmaşasının içinde kalıp da hiçbir görevlinin müdahale etmediğini görsem, ne zaman basit bir izin talebime haftalarca dönüş alamayıp ortada kaldığımı hissetsem, aklıma hep aynı soru gelir: Kim sorumlu? Daha doğrusu, neden kimse sorumlu hissetmiyor?
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil ama bizde daha görünür, daha köklü bir hâl almış durumda. Bürokrasi içinde görev ve yetki sınırları o kadar muğlak bırakılıyor ki, sonunda sorumluluk da buharlaşıyor. Herkes “Ben değilim” demeye hazır bekliyor. Siyasetçiler bir kararın sonuçları kötü olursa hemen teknokratlara topu atıyor; teknokratlar da mevzuatın arkasına sığınıyor. Bu kısır döngüde en çok zarar gören ise sıradan vatandaş oluyor.
Siyasi karar alma süreçlerinde de aynı kaçış mekanizmaları devreye giriyor. Kimse risk almak istemiyor çünkü hata yapmak oy kaybettirir. Böylece yönetenler, asıl işleri olan karar almayı erteleyip sorumluluğu yayarak görünmezleşmeyi tercih ediyor. Halbuki iyi yönetim, sadece karar almak değil; o kararın sonuçlarına sahip çıkmakla da ilgilidir.
Bu sorumsuzluk hali bazen fazla sorumluluk alma şeklinde de ortaya çıkıyor. Yani bir görevli, yetkisini aşarak kendi ideolojik ya da siyasi görüşüne göre karar veriyor. Örneğin bir sanat etkinliğine izin vermeyen bir kamu görevlisinin bu kararı yasal değil, kişisel ya da siyasi olabilir. Ama ortada hesap verecek bir mekanizma yoksa bu keyfilik cezalandırılmaz, hatta teşvik edilir.
Türkiye’de depremler sonrası müdahale süreçlerinde yaşanan gecikmeler, COVID-19 dönemindeki belirsizlikler, yerel yönetimlerin asli hizmetleri bile “ödenek yok” bahanesiyle aksatması, aslında sistematik bir sorumluluk eksikliğine işaret ediyor. Bunun üzerine bir de medya eliyle yapılan algı yönetimi eklenince, gerçek sorunlar görünmez hâle geliyor. İktidar yanlısı medya, sorumluluğu muhalefete ya da dış mihraklara yıkarak toplumun dikkatini başka yöne çekiyor. Böylece hiçbir bürokrat ya da siyasetçi kendini kamuoyuna karşı sorumlu hissetmiyor.
Tüm bunların temelinde yatan şey, hesap verebilirlik kültürünün eksikliğidir. Bağımsız bir yargı, etkili bir meclis denetimi, şeffaflık yasaları gibi mekanizmalar işlemiyorsa, ne siyasetçi sorumluluk hisseder ne bürokrat.
Toplumsal düzeyde ise bu sorumsuzluk hali adeta meşrulaştırılmıştır. “Devlet kutsaldır, hata yapmaz” anlayışı hâlâ çok güçlü. Bu anlayış, devleti denetlemesi gereken yurttaşı da pasifize eder. Oysa vatandaş, hakkını aramazsa, dilekçesine neden cevap verilmediğini sormazsa, belediyenin neden o yolu hâlâ yapmadığını sorgulamazsa, bu çark aynı şekilde dönmeye devam eder.
O yüzden sorumluluk sadece yönetenlerin değil, bizlerin de meselesi. Çünkü gerçek anlamda sorumluluk, yalnızca görevini yapmak değil, onu en iyi şekilde yapma çabasıdır. Ve bu çaba, ancak hem sistemin hem yurttaşın bilinçli olmasıyla mümkündür.
