Bir haber başlığı; “Aydın’da narenciye dalında kaldı”.
Habere tıklıyorum; sapasağlam gövdesiyle yemyeşil yaprakları arasında canlı kanlı meyveleriyle poz vermiş gürül gürül ağaçların görselleriyle bakışıyorum. Hikayeyse aynı… Üretici maliyetlerini karşılamıyor diye meyve veren ağaçlarını toplamıyor yine. Aracılar, tefeciden hallice halciler ve gıda sektörü sermayedarları ceplerini bir bir doldururken; üretici ve çiftçilerin emeği, döktükleri soğumamış ter değer görmüyor, para etmiyor bu düzenin adeta değnekçisi olmuş bazılarına göre. Böylelikle Akdeniz havzasındaki bütün bereketi ve canlılığıyla, özgün coğrafyasıyla en büyük gücünü tarımdan alabilecek bir ülkenin, yani Türkiye’nin tarım ve tarımsal üretiminin inatla ve ısrarla altı oyuluyor.
Kararlı plan ve programlarla çözülecek bu problem yüzünden her yıl dalından, toprağından sofralara girmeyi bekleyen tonlarca sebze-meyve atıl duruma düşüyor. Sonra çıkıp kalkınma ve iktisadi temelli raporlarda nümerik göstergeler, nicel verilerle memleketteki ve dünyadaki hakikati rakamlara indirgeyen açlığın vardığı yüksek seviyelerden, yetersiz beslenmeden dolayı yoksul kesimlerin yaşadığı sağlık problemlerinden hatta ölümlerden dem vuruyoruz..! Akla, mantığa, izana sığıyor mu bu vaziyet? Türkiye gibi bir ülkede… Varlık içinde yokluğu bize kimler reva görüyorsa yine onların yerine soruyor, sorguluyorum bunları.
Aynı gün, bir başka haber… Yunanistan yüksek aflatoksin (toksik etkili bir küf türü) madde içerdiği gerekçesiyle Türkiye’den aldığı Antep fıstıklarını iade etmiş. Yapılan analizlerde olması mazur görülen oranın 3 kat üstünde aflatoksine rastlanmış, çok övündüğümüz baklavalarımız ve yeni moda Dubai çikolatalarına katık olan meşhur Antep fıstıklarımızda… Benzer sebepli bu kaçıncı iade? O kadar fıstık nereye gitti? Bizlere hangi gıda ürünleri içinde pazarlandı veya pazarlanacak? Elbette hepsi muamma…
Takip edenler hakimdir; tarım, gıda meseleleri üzerine daha önce de muhtelif gündemlerle ve bilgilendirici içeriklerle yazdım bu köşede. Yiyip içtiklerimiz bir yana; ben kişisel olarak makro bir perspektiften Türkiye’de tarımı önemsiyor ve “ikame” diyebileceğim bir sanayicilik anlayışından ziyade, esasında muteber bir tarım ülkesinde yaşadığımız düşüncesiyle, stratejik olarak tarımsal üretim ve gelişime odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Hiç şüphe yok ki, yetkililer benimle hemfikir değil ve bu düşüncemde de gayet yalnızım.
Sadece bu hafta rastlayıp konu ettiğim şu iki haber tarım ve gıda konusunda ne kadar etkisiz ve sıkıntı içinde olduğumuzu gösterirken, bu hafta gerçekleşen Tarım ve Orman Şurası’nda Türkiye’nin tarım konusunda ne kadar özel ve lider konumda olduğu konuşuluyor; tarım, orman ve suyumuzun geleceğine dair nasıl bir vizyon kümesinin temele alındığından bahsediliyordu.
Yanmasına göz yumulan, madencilik uğruna ciğerleri sökülen nefesi söndürülen ormanlarımız, başta Avrupa olmak üzere barındırdığı toksikler sebebiyle her gün kapılardan dönen ve sonrası meçhul binbir çeşit yerli gıda-tarım ürünümüz, ekip biçtiğini satamadığı için heba eden ve köyünden vazgeçen küskün çiftçilerimizin vaziyeti düşünüldüğünde, kürsülerden sarf edilen bu icraat kapsamı dışında kalmış sözler bilenlere hiç de inandırıcı gelmiyor.
Hepimiz için daha geç olmadan, Türkiye’de tarıma layık olduğu gerçek maddi ve manevi kıymetin verilmesi gerekiyor.
