TEPEDEN DÜŞEN ADAM 

Bazı filmler vardır, yalnızca karakterlerini değil, çağını da yargılar. “Tepedeki Oda” bu filmlerden biri. 1950’lerin İngiltere’sinde geçen bu dram, yalnızca bir adamın sosyal sınıflar arasında yükselme çabasını değil, bu yükselişin bedelini de anlatıyor. Aşk, arzu, vicdan ve sınıf çatışması gibi temaları yalın ama sarsıcı bir dille işleyen film, izleyicisine sadece bir hikâye değil, içinden çıkılamaz bir yaşam çelişkisi sunuyor.
Filmin merkezinde, küçük bir fabrika kasabasından gelen ve kamu sektöründe mütevazı bir işte çalışan Joe Lampton var. Joe’nun hırsı büyük: Yalnızca daha iyi yaşamak değil, “tepedeki oda”ya yerleşmek istiyor. Bunun için zengin bir sanayicinin kızı Susan’a yaklaşırken, aynı zamanda mutsuz bir evliliğin içinde sıkışmış, yaşça büyük ve derinlikli bir kadın olan Alice ile bir ilişki başlatıyor. Zamanla her iki ilişki, sadece romantik değil, varoluşsal bir sınav hâline geliyor Joe için.
Laurence Harvey, Joe Lampton karakterini, yüzeyde soğukkanlı ama içten içe çatışmalı bir şekilde oynayarak filme ruh katıyor. Simone Signoret’nin Alice performansı ise tam anlamıyla yürek burkucu. Signoret, zarif bir yorgunluk ve bastırılmış bir sevgiyle örülü bu karakteri öyle incelikle oynuyor ki, Oscar’ı kazanması şaşırtıcı değil. Heather Sears ise genç ve naif Susan rolüyle, Joe’nun hayatındaki iki zıt kutbun öteki ucunu temsil ediyor. Filmde sadece 2 dakika 19 saniyelik bir sahnede görünen Hermione Baddeley’nin Oscar adaylığı alması ise sinema tarihine geçen başka bir detay.
Yönetmen Jack Clayton için bu, ilk uzun metrajlı filmiydi ama “ilk film” tanımı bu denli olgun bir yapıma haksızlık gibi. Clayton, sınıf ayrımlarını vurgulayan kadrajları, karakterlerin içsel boşluklarını yansıtan sessizlikleri ve duygusal gerilimi yükselten geçişleriyle ustaca bir dil kuruyor. Film, John Braine’in aynı adlı romanından uyarlanmış. Neil Paterson’ın senaryosu, karakterlerin çelişkilerini kelimelerle değil, davranışlarla anlatıyor.
Müzikler Mario Nascimbene imzası taşıyor. Zamanın ruhunu yansıtan, abartıdan uzak ve duyguyu sarsmadan derinleştiren bir fon yaratıyor. Özellikle Joe ile Alice’in kısa tatilindeki sahnelerde kullanılan müzik, geçici bir huzurun altını çiziyor.
Filmde unutulmaz birçok an var ama Alice’in intihar ettiği gecenin ardından Joe’nun yüzüne inen yumruklar sadece fiziksel değil, sembolik: Toplumsal yükseliş için ödenen bedelin ağırlığı, ruhun dayak yemesi gibi. Düğün günü Susan’ın gözyaşlarını yanlış anlaması, Joe’nun hâlâ ne hissettiğini bilmeyen biri olduğunu gösteriyor. O artık “tepedeki oda”da yaşıyor ama kalbi enkazın altında.
Tepedeki Oda, yalnızca İngiliz “mutfak lavabosu realizmi”nin önemli örneklerinden biri değil, aynı zamanda kişisel hırsların ve toplumsal merdivenlerin ne pahasına tırmanıldığını sorgulatan evrensel bir anlatı.
Bugünlük bu kadar, hoşçakalın.