Rusya’da çarlık rejimini yıkarak yerine cumhuriyeti getirmeye çalışan bir grup genç nihilisti konu alan “Vera veya Nihilistler”, Oscar Wilde’nin tek siyasi oyunu. Böylesi bir ortamda tutku ve aşkı ele alan Wilde, nihilistlerin karakterlerine özellikle derinlik kazandırmamış, özgürlüğün nihilistler için romantik bir amaçtan öteye geçirmeyerek nihayetinde çarın gitmesi halinde değişen tek şeyin, iktidara bu kez özgürlük yanlısı despotların gelecek olması olarak öne çıkarmış. Bu gençlerin kendilerini sevgi ve merhametten isteyerek uzaklaştırdıklarına da dikkat çeken Wilde, yeminlerinin her sahnede tekrar tekrar altını çizmiş.
“Kendi doğama başkaldırarak, sonumuz gelinceye kadar ne sevmeye ne sevilmeye, ne merhamet göstermeye ne merhamet dilenmeye ne evlenmeye ne evlendirilmeye, ta ki sonuca varana kadar; geceleyin gizlice bıçaklamayı; bardağa zehir atmaya; babayı oğluna, kocayı eşine düşman etmeye; korkusuzca, bir umut beslemeden, gelecek düşüncesi olmadan acı çekmeye, yok etmeye, intikam almaya yemin ediyorum.”
Burada nihilizm akımıyla alakalı neredeyse hiçbir şey görmememizle beraber, bu güruhun cumhuriyetçi olduğunu öğreniyoruz. Sevmek ve sevilmek gibi duyguları kendilerine yasaklayan nihilistler, tamamıyla nefret dolu ve içlerinden birinin aşık olması, olabilmesi bile büyük günah. Burada nihilizm, rejime karşı şiddet duygularını kolayca çıkaran bir tampon. Aslolan nihilizmden ziyade iktidar nefreti ki Wilde, bizlere bir pencere daha açarak çarın bunca acımasızlığının nedenlerine iniyor.
Ankara Tiyatro Kooperatifi tarafından Yakın Sahne’de perdelenen oyun için başlıca eleştirim, kitapta giriş bölümü olarak karşımıza çıkan ilk sahne. Zira beni o kadar korkuttu ki oyunun bu şekilde süreceğini düşündüm. Diğer sahnelerin aksine, karakterler giriş bölümünde olay ve rolü içselleştirememişler. Öylesi eğreti duruyor ki neredeyse bu bölümü okumadıklarını düşündürüyor. Bilahassa sonradan Prens Pavel olarak karşımıza çıkacak olan Vera’nın Babası rolünün canlandırılmasında çok ciddi bir sıkıntı var. Bir karakterden çok aslıyla alakası olmayan bir taklit yapılmış. Ancak oyuncumuz Prens Pavel’i oynarken öylesi güzel bir şımarık kral rolü yarattı ki görmeye değer bir yorumdu.
Affettirdi kendini. Neyse.
Hayran hayran izlediğim Ayça Sipahioğlu’nun kraliçe karakterine kattığı o esprili ve kötü kadın haline de değinmeden edemeyeceğim. Oscar Wilde de karakteri yazarken tam manasıyla Siphaioğlu’nu düşünmüştür eminim… Zaten Wilde’nin eserlerinde muhakkak ki aklıma kazınıp zaman zaman anımsadığım karakterler oluyor. Misal Dorian Gray’in Portresi’ndeki Lord Henry Wotton’un zevk ve güzelliğe düşkünlüğü; hedonizmi bunca hayatın içine katışı dönüp dolaşıp hayran bırakıyor beni. Halini tavrını dahi anımsıyorum. Adam yazıyor yahu. Hay Allah.
Evet evet, konuyu saptırmadan bir başka hususa gelelim, dekorun kullanışlılığı oyun için harika bir devleştirici olmuş. Esasında nihilistlerin kaldığı evin duvarı olan kartonlar iki yandan açıldığında saraya dönüşüyor. Zaman geçişlerinin de oldukça estetik şekilde verilebildiği harika bir zihnin ürünü. Kutlamak gerek.
“Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” Evet, Oscar Wilde’nin tamamıyla var olmaya odaklı karakterlerini tanıyor ve biliyoruz. Şüphesiz ki tam da bu yüzden kalemi tiyatroya yakışıyor en çok.