10 Kasım’a bir kala

Cumhuriyetimizin 100. yılını büyük bir coşku ile kutladık. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ü de 10 Kasım’da anacağız. Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle sadece 29 Ekim günü, 1 milyon 182 bin 425 vatandaşımız, Ulu Önder Atatürk’ü, Anıt Kabir’de ziyaret etmiş. Tüm bu vatandaşlarımız, Atatürk’ü ziyaret ederken tamamen duydukları saygı ve minnetin bir ifadesi olarak Anıt kabir’deydi o gün ve öncesinde. Aynı sevgi selini bu iki gün içinde tekrar yaşayacağımıza hiç şüphemiz yok. Çünkü, Atatürk sevgisi ve saygısı zorlamayla değil, içten gelen bir sevgi ve saygıdır.Bugünden başlayarak, bu köşede, iki gün boyunca, Atatürk’ün devlet adamlığı yönünü anlatan çeşitli kaynaklardan derlediğim iki yazıya yer vereceğim. Yarın 10 Kasım, büyük önderin aramızdan ayrılışının 85. Yıldönümü. Bu nedenle, Atatürk’ü asker yönünü değil de bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz yönünü, yani tüm dünyaya örnek olan “devlet adamlığı” yönünü tanıtmak istiyorum. Bunun içinde; Atatürk’ü devlet adamlığı yönünü bizlere en iyi aktaranlardan biri olan rahmetli Emekli Korgeneral Cemal Enginsoy’un, Türk Tarih Kurumu’nda verdiği konferanstan geniş ölçüde alıntılar yaptım. Dünya tarihi, çağlar boyunca, üstün nitelikli askerlerin ve yüksek yetenekli devlet adamlarının etkin yaşamlarını dile getirir. Fakat, asker ve devlet adamı nitelik ve yeteneklerini bir bütün olarak kendi kişiliğinde toplamış bulunan pek az örnek insanın varlığından söz eder. Atatürk, bu özel insanlardan biridir. Bu nedenledir ki, ansiklopedik eserler arasında belgesel bir nitelik taşıyan Encyclopaedia Britannica, Atatürk’ü “…seçkin bir Türk askeri, reformcu ve devlet adamı…” olarak tanımlıyor.Atatürk, askerlik mesleği gereği, kuşkusuz, bir savaş adamıdır. Bu nedenle, doğal olarak kendisini ulusuna ve dünyaya önce üstün savaşçı kişiliği ile benimsetmiştir. Buna rağmen, savaşı sevmemiş ve mecbur kalmadıkça istememiştir. Bu gerçek, O’nun şu sözlerinde kesinlikle yansır: “…Savaş, zaruri ve hayati olmalıdır… Milleti savaşa götürünce, vicdanımda acı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz- Lâkin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, savaş bir cinayettir” demiştir.Çağımızda, modern Türkiye ile ilgili olarak yayımlanmış eserlerin büyük bir kısmında, Atatürk’ün asker kişiliğinden ve askerlik alanındaki başarılarından çok; devlet adamlığını, özellikle çok yönlü ve köklü devrim ve reformlarını inceler ve değerlendirir. Bu sonuçların büyük bir bölümünde üzerinde birleşilen ortak nokta, Atatürk’ün “Modern Türkiye’nin Yaratıcısı” olduğudur. Atatürk’ün devlet adamlığı yönünde devrimci niteliği ile öne çıkmaktadır. Bir Batılı düşünüre göre, “gerçek devlet adamlığı, bir milleti olduğu biçimden, olması gereken biçime dönüştürme sanatıdır.” Bu tanımlama, adeta Atatürk’ü, O’nun devrim ve reformlarını niteler. Çünkü, Atatürk’e göre, “Devrim, Türk Milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumlan yıkarak; yerlerine, milletin en yüksek uygarlık gereklerine uygun olarak ilerlemesini sağlayacak yeni kurumlan koymuş olmaktır.”Atatürk’ü, diktatör olarak nitelenen çağdaş bazı liderlerle karşılaştıranlar da göze çarpar. Bunlardan biri Lord Kinross olup “Gerçekçi Atatürk” konulu yazısındaki şu sözleri dikkati çekiyor: “… Kemal Atatürk’ün çağımızın yetiştirdiği en büyük adamlardan biri olduğuna dair zihnimde en ufak bir şüphe yoktur. Gerçekten, Türkiye, Atatürk’ ün son on yılında başarmış oldukları ile, Batının bazı milletlerini etkiledi. Ancak, bu milletlerin liderleri, Atatürk’ten çok farklı olarak, demokrasinin değerlerini tehdit eden bir güçle kuvvetlendiler. Almanya’nın Hitler’i, hür milletini esarete götürmüş; Atatürk ise, esaret altındaki ulusunu özgürlüğe kavuşturmuştur. İtalya’nın Mussolini’si, sivil olduğu halde, başkomutanlık sevdasına düşmüş; buna karşılık, Atatürk, askeri görevinin bittiğine inandığı anda, sivil hayata geçmiştir. Gerek Hitler ve gerek Mussolini, toprak kazanma hırslan ile, komşularının haklarına tecavüz etmişler ve birer imparatorluk kurma sevdasına kapılmışlardır. Atatürk ise, bunun tam tersini yapmış; bir imparatorluktan bir millet yaratmıştır…” Atatürk, övgü dolu da olsa, genellikle, böyle kıyaslamalardan hoşlanmazdı. Nitekim, kendisini Napolyon’a benzeten bir dostuna, “Benim adım Mustafa Kemal’dir. Eğer beni onurlandırmak istiyorsan, Türkiyeli Mustafa Kemal diye çağır” cevabını vermiştir. Daha dikkate değer bir tepkisi de Büyük İskender ile ilgilidir. Atatürk döneminde Ankara’da Fransa Büyükelçisi olarak bulunan Kont de Chambrun’ün “Atatürk ve Yeni Türkiye” başlığını taşıyan anılarında şu notları görüyoruz: “… Selanik civarında İskender’in dünyaya geldiği yerde doğduğunu düşünerek, Mustafa Kemal’e, bu rastlantıyı ima ettiğimde bana şöyle dedi: Karşılaştırma burada durur. İskender, dünyayı fethetti-, ben etmedim. Dünyayı fethederken o, kendi vatanını unuttu. Ben kendiminkini hiçbir zaman unutmayacağım.” Nitekim, unutmadı ve unutulmadı da.Atatürk’ün devlet adamlığı yönüne yarın da devam edeceğiz.