Yeni yılın ilk günlerinde, uzun bir tatil sonrasında freelance çalışan bir yabancı meslektaşımın, freelance çalışanların çalışma temposuna ilişkin bir yazısını okumuştum. Yazısında, “Çalışır üretirseniz mükafatını, yani havucunuzu alıyorsunuz; fakat çalışmazsanız, gündemi takip etmezseniz de sopanızı yiyorsunuz,” diyordu. Buradaki sopa, geçiminizi sağlayacak maddi imkansızlıklar anlamına geliyor.
Her hafta sizlerle bu köşede buluşuyoruz. Görsel meseleler, foto muhabirliği, serbest gazetecilik üzerine araştırmalarımı, tecrübelerimi ve diğer görsel gazetecilerin deneyimlerini aktarmaya gayret ediyorum. Ancak nedense böyle bir konu ile ilgili bir yazı yazmak, aklımdan bile geçmemişti. Neden diye kendime sorduğumda, net bir cevap bulamıyorum.
Neyse, biz devam edelim. Ülkemizde son on yılda ortaya çıkan ve aslında bir nevi yolunu, yönünü bulmaya çalışan bir kavram olarak karşımıza çıktı freelance çalışmak. Büyük sosyal olaylarla birlikte foto muhabirliğine ilgi duyan gençlerin daha görünür olması ve dünyada sektörün %45 oranında küçülmesi, Türkiye’deki foto muhabirliğini de etkiledi. Elbette tek sebep bu değil ama şimdilik bu kadarını belirtmek yeterli. Yurtdışında çalışan meslektaşlarımız ağırlıklı olarak bu yöntemle çalışıyor ve hem yasal hem ekonomik olarak oturmuş bir sisteme sahipler.
Her ne kadar bu sistem oturmuş olsa da freelance çalışmanın bir basın kurumunda çalışmaktan daha yorucu olduğunu söylemeliyim. Gece gündüz anlık gelişmeleri takip etmek zorunda olmak bir yana, sosyal güvencesiz, yasasız ve vasıfsız bir işçinin aldığı günlük ücretlerin teklif edilmesi de başka bir boyut. Binlerce liralık ekipmanın, gündemi takip edebilmek için yapılan aboneliklerin ve kendinizi geliştirmek adına katıldığınız eğitimlerin hiçbir anlamının kalmadığı bir ortam.
Bu yazıyı şimdi kendi deneyimlerimle doldurmak istemiyorum, çünkü yaşananlar, üzerinde düşünmeme ilham oldu. Freelance gazeteci Ayman Oghanna, yaşadıklarını ve geldiği durumu çok güzel aktarmış. The Storm Inside başlıklı yazısını okumanızı ısrarla öneriyorum. Bizim gibi gazetecilerin yaşamlarını merak ediyorsanız, mutlaka ilginizi çekecektir.
Yazının tamamını beğendiğimi söylemeliyim. Bazı bölümlerini burada size aktarmak istiyorum:
“Durumumu gizlemeye çalıştım ama çalışmaya hazır değildim. Zaten otel zararları nedeniyle binlerce dolarlık bir borcum vardı. Ancak asıl bedeli kariyerim ödedi. Gergin ve sinirliydim, editörümle sürekli çatışıyordum. O profesyonel ilişki orada sona erdi. Eğer fiziksel olarak yaralansaydım, bakılırdım. Bunun yerine, sadece başka bir ‘kırık oyuncak’ olarak kenara atıldım. Ne tazminat ne de destek gördüm. Sadece harcanmış bir freelancer olarak kaldım.”
Bu satırlar, ülkemizde ister freelance ister bir kurumda çalışsın, hemen hemen her gazeteci için geçerli. O kadar acımasız bir sektör ki ister manevi ister fiziki olsun, başarı temponuzda bir an aksama yaşadığınız an hemen gözden çıkarılabilirsiniz.
“Duygusal uçlar, benim kim olduğumun bir parçasıymış gibi görünüyordu. Daha canlı hissetmek, daha yoğun yaşamak… Meslektaşlarım buna la vida pirata, yani freelance bir savaş muhabirinin kaotik hayatı, derlerdi.”
“Kişilikle bozukluk arasındaki sınırı belirlemek zordur. 2009’da, yirmi dört yaşımdayken Irak’a vardığımdan beri bir serbest gazeteci olarak çatışma haberlerini takip ediyorum. Gerçek şu ki, bundan hoşlanıyorum. Belki de fazla. Karanlık bir sır ama çoğu asker nasıl çatışma görmek istiyorsa, birçok gazeteci de aynı şeyi istiyor. Bir keresinde ABD askerlerinin bir petrol rafinerisini koruduğu bir göreve katıldım. Sıkıcı ve sinir bozucu bir işti. ‘Birini vurmak istiyorum, lanet olsun!’ diyen bir asker duydum. Ben de onun birini vurmasını fotoğraflamak istiyordum.”
Bu satırlar bana Joanna Bourke’un Öldürmenin Mahrem Tarihi kitabını hatırlattı. Askerlerle yapılan röportajlarda, öldürme isteklerinden bahsediliyordu. Askerler, bir insanın hayatıyla ilgili büyük bir güce sahip olduklarından kendilerini bazen tanrı gibi hissettiklerini söylüyor.
Paragraftaki diğer bir husus ise foto muhabirinin bir insanın vurulurken fotoğraflama arzusu. Bir insanın vurulurken ilk fotoğraflandığı an, Robert Capa’nın İspanya İç Savaşı’nda çektiği “Ölüm Anı” ya da “Düşme Anı” fotoğrafıdır. Bir diğer ünlü fotoğraf ise Eddie Adams’ın Vietnam’da çektiği, polis şefinin Viet Cong’lu Lem’i öldürme anıdır. Bahsedilen iki fotoğrafı mutlaka duymuşsunuzdur. Böyle kareler, her gün karşılaşıp çekebileceğiniz fotoğraflar değil. Kanıt niteliği açısından ve böyle bir olaya tanıklık etme açısından da kıymetlidir. Eğer bir foto muhabiriyseniz ve bir savaşın içindeyseniz, böyle bir anı çekmeyi düşünmekten kendinizi alıkoyamazsınız.
Belki daha önceki bir yazımda da belirtmişimdir; tam hatırlayamıyorum. Yaşadığım birçok duyguyu sadece ben yaşıyorum sanıyordum. “Beni kim anlar?” diye düşünüyordum. Birbirimiz arasında bu duygularımızı paylaştığımız pek söylenemezdi. Ta ki “Foto Muhabiri Anıları” serisini YouTube kanalım için çekene kadar.
“Bu yazıyı yazarken bile bu itirafların kariyerime son verebileceği korkusunu üzerimden atamıyorum. Ancak bunu yüksek sesle söylemek zorundayım. Çünkü seslerini çıkaramayan meslektaşlarım için konuşmam gerekiyor.Gazetecilik dünyasında zihinsel sağlık sorunları yaygın ve derin bir konu. Eğer bu dünyada kendinizi yalnız hissediyorsanız, bilmelisiniz ki yalnız değilsiniz.”