Evet Cumhuriyet ilan edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti tarihte yeni bir sayfa açarak tüm dünyanın dikkatlerini üzerine çekmişti. Ancak, Cumhuriyeti istemeyenler, hilafet özlemcileri, padişahlığın devamını isteyenler birer bir sahneye çıkmaya başlamıştı. Bu utanmazlar, arkalarına bazı gazetelere demeçler vererek, orada görüşlerini ifade etmekten çekinmiyorlardı. Elbette ki, Atatürk’te bu utanmazların çabalarını yakından izliyor gereken tedbirleri zaman geçmeden alıyordu. Yeni kurulmuş, emekleme safhasındaki Cumhuriyeti boğmak çabasında olanların tüm bu girişimleri sonuçsuz kalıyordu.
Atatürk, Nutuk’ta bu girişimleri şöyle kaleme almıştı:
“Efendiler, o günlerde İstanbul’da bulunan ordu müfettişlerimiz de gazetelere demeçler vererek, çeşitli vesilelerle düzenlenen ziyafetlerde nutuklar söyleyerek duygularını dile getiriyorlardı.
Cumhuriyet’in ilânı üzerine İstanbul’da bazı kimseler ve bazı gazeteciler Halife’ye de bir rol yaptırmak hevesine düştüler. Gazetelerde Halife’nin istifa ettiği veya edeceği yolunda söylentiler, tekzipler yayınlandı.
Sonra dendi ki: ‘Haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten ibaret olmadığı gibi, bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de değildir. Gerçek olan bir nokta vardır ki, o da Cumhuriyet’in ilânının yeniden bir halifelik meselesi ortaya çıkarmış olmasıdır.’
Halife, ‘yazı masasının başına oturup (!) Vatan gazetesi yazarına demeç vermiştir’ denilerek, Halife’nin bütün mü’minler tarafından sevildiği, Asya’nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslâm dünyasından binlerce mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden hey’etler geldiği yolundaki sözlerle hilâfet mevkiinin kolay kolay sarsılır bir mevki olmadığı anlatılmaya çalışılıyor; İslâm dünyasınca istenmedikçe Halife’nin istifa edip çekilmeyeceği ilân ediliyordu.
Aynı zamanda «Hükûmet birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul olduğundan şimdiye kadar hilâfetin görevlerini tespitle uğraşma imkânını bulamamıştır. Hükûmetin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslâm dünyası da bilmektedir ve şimdiye kadar halifelik görevleri ile uğraşmaya imkân bulamamasını tabiî görür» cümleleriyle bizi, hilâfetin görevlerini tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun yapılmamasını hoşgörü ile karşılayan İslâm dünyasının bundan sonra mazur görmeyeceğini de bildirerek bir bakıma tehdit ediliyorduk. Bir yandan da bizi etkilemesi için İslâm dünyasının dikkati çekilmek isteniyordu.
Vatan gazetesinin 9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan sonra, 10 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde Halife’ye yazılan bir açık mektup yayınlandı. Lütfi Fikri Bey’in imzasını taşıyan bu mektupta, Halife’nin istifasıyla ilgili haberlerden, milletin ne kadar üzüldüğünü ve acı çektiğini ispat için bir vapur hikâyesi uydurulmuştu: ‘Vapurda oturanlar, Halife’nin istifası haberini öğrenince çehrelerine hüzün ve endişe çökmüş… Birbirlerini tanımayanlar samimî görüşmeye ve hattâ çok görüşmeye başlamışlar… Ortak endişe bunları bir dakikada dost etmiş…
Lütfi Fikri Bey, ‘gönül istiyor ki, bu istifa sözü, ebedî olarak gömülsün, kalsın’ diyor; Çünkü ‘dünya için felâket olur’ muş…
Efendiler, yabancılar hilâfete saldırmıyorlardı. Fakat Türk milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilâfete saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşan Müslüman milletlerdi.
10 Kasım 1923 tarihli Tanin’in ‘Şimdi de Hilâfet Meselesi’ başlıklı baş makalesi okununca, Cumhuriyet’in ilânına engel olamayanların, ne pahasına olursa olsun hilâfet makamını elde tutabilme gayret ve faaliyetine geçtikleri anlaşılır. Bu yazıda, şehzade mektupları yayınlanarak halkta hanedan lehinde sevgi uyandırılmaya çalışılıyordu.
Böylece, Cumhuriyet’in ilânını kabul eden Meclis’in hiç olmazsa Hilâfetin kaldırılmasını bir oldubitti şeklinde kabul etmemesinin sağlanmasına çalışılıyordu.
Tanin başyazarı, hilâfetle ilgili düşünce ve görüşlerini şu satırlarla ortaya koyuyordu: ‘Hilâfet bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye Devleti’nin İslâm dünyası içinde hiçbir önemi kalmayacağını, Avrupa siyaseti karşısında da en küçük ve değersiz bir hükûmet durumuna düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir kabiliyete gerek yoktur.
Milliyetçilik bu mudur? Kalbinde gerçek milliyetçilik duygusu yatan her Türk, halifelik makamına dört elle sarılmak mecburiyetindedir.’
Efendiler, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada dayandığı bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek nesillerin, Türkiye’de Cumhuriyetin ilân edildiği gün, ona en insafsızca saldırıların başında, ‘cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız! Aksine, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de kararsızlığa düşmeyeceklerdir. Onlar, kolayca anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife ünvanını taşıyarak başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân bırakmayacak şekilde korunmasını şart kılan bir devlet şeklinde, Cumhuriyet rejimi ilân edilse bile, onu yaşatmak mümkün değildir.
Efendiler, işaret ettiğim bu yayınlarla birtakım kimselerin tutum ve davranışları özet olarak şu şekilde ifade edilebilir: ‘Esas olan millî hâkimiyettir. Millî hâkimiyet Cumhuriyet’in gelişmesiyle sağlanır. Türk milleti, millî hâkimiyete kavuştu.”
Cumhuriyeti kuranlara ve yaşatanlara bir kez şükranlarımızı sunuyor, başta Atatürk olmak üzere, kurucu Meclisimizin üyelerini rahmetle bir kez daha anıyorum. Yaşasın Cumhuriyet, nice yüzyıllara.